YEŞİL ÇAYIRDA YEDİ İRİ ÖLÜ GRİ YABANDOMUZU (3)***

Aralık 7, 2012

7

avcı avladıklarının bir kez olsun öyküsünü dinledi mi?*

ele geçirme ve fetih. işte bütün hikâye buydu. maruz kalınan. maruz bırakılan.

işte efendim kahramanlık türküleri. serenatlar. şansonlar. aryalar. romanslar. marşlar. ele geçirme ve fetih. hepsi buydu. anlamak için bunu, bir ömür gerekir. herkes için değil ama iki kere düşkünler dışındaki herkes için. çiftedüşkün, elegeçirilen ve fethedilen olmakla kalmayıp bunun hikâyesi de kafasına dank edendir. bilirsiniz işte; genellikle şair yahut yazardır. ressamdır belki, heykeltıraş. yönetmen. sayıp dökmeyelim. bütün bunların üstüne, gezgindir, yola revan olandır. dünyayı yol yapan, bu yolu kağıttan, titreşen telden, boşluğunu çoğalttığı taştan yapan.

eduardo, bütün bu serüveni bir biçimde yaşamaya yazgılıydı. çiftedüşkün olmaya ve bunu bir gün mutlaka dünya aleme usulca, mırıldayarak, fısıldayarak sanki, ilan etmeye. malumu. bütün o sebepli sebepsiz koşuşturmalar, anlam yüklü sessizlikle yarılan konuşmalar, yarım kalan gülümsemeler, hayatın kederiyle çınlayan kahkahalar, bir kenarda dursa bile şefkatinden bir parçayı her günün sabahında, her gecenin sonunda dileyenlere üleştirmesi istenen tanrı… almiralda, almiralda’nın elleri… okyanus üstünde yükünü boşaltan katil uçaklar… olimpos’ta dönen dolaplar… gelmiş geçmiş milyonlarca hayatın oluşturduğu katman katman, büyük dram.

peki, avladıkları bir gün olsun avcıyı dinledi mi? avlanış, hem avı hem avcıyı avlar. kim av kim avcı diye soramazsın, yoktur cevabın bir anlamı. hangi cevabın vardır ki.

***
sonra yaşlandı.

bilgelik kırıntılarıyla aralarını dolgulamak istedi magnum opus’unun. hiç bulunmadığı şehirlerin sokaklarından geçti, uğultularına karıştı, ikindi çaylarını yudumladı buğulu bardaklarından sessizce.

sonra bir denize nelerin atıldığında tekrar su yüzüne çıkabileceğinin kısa listesini çıkardı zihninin bir köşesinde. insanlığın eski dostu olan umudun, herkesin ayrı bir yerinden çekiştirip durduğu ölüm korkusunun, yalnızlığın ironik neşesinin bu listede yeralıp alamayacağını yokladı.

kıyıya yanaşır gibi yapmayacaktı. kadim bir karardı bu, karar olmanın ötesinde handiyse kendiliğinden bir yönelişti.**

(*) enis batur.
(**) kitabın son bölümüdür bu. aklıma eserse bir iki tadımlık daha yayımlarım belki.
(***) post başlığındaki sıra numarasının metinle ilgisi yoktur; sadece blogdaki yayın sırasını göstermektedir. açıklama, bilâhare görme biçimleri’nde…

YEŞİL ÇAYIRDA YEDİ İRİ ÖLÜ GRİ YABANDOMUZU (2)****

Aralık 6, 2012

1
nasıl da resmedilmiş tozunda
öte yanın güzelliği
havadaki sırda
krallara dair o im.*

çivisi çıkmış bir yüzyılın ardından, eskisini aratacağı besbelli bir yüzyıl gelmişti işte bir güzel. insanlar fi tarihinde kendilerine bir “zaman” canavarı yaratmışlar, onun korku ve ürküntü verici ağzından çıkan dehşetli alevlerin herbirini sıralayıp numaralandırmayı aklederek bu akılla yola, gelecek kuşaklara anlatacakları hikâyeleri cilt cilt, harıl harıl yazmaya koyulmuşlardı. ne ki bu kitaplar, son sayfadaki insanı ilk sayfadakinden farklı kılmıyordu, böyle büyülü güçleri filan yoktu bu hikâyelerin, hikâye deyip geçiliyordu belki de. kitaplar geçmişi geleceğe taşıyamıyordu anlaşılan pek; yaşamaksa, basbayağı yaşamak işte hani, o, geleceği geçmişe pekalâ da taşıyordu -ne işe yarayacaksa. ve insanın kafası karışıyordu bu durumda: aynı anda hem geleceğin geçmişe, hem geçmişin geleceğe taşınması, evet, bayağı bir kafa karıştırıyordu bu. her yiğidin harcı değildi. insanların ezici çoğunluğu bu yüzden selüloz uygarlığından ekran uygarlığına geçti bölük bölük. anlı şanlı düşünürler, afili yazarlar çizerler ve daha pek çoğu gözlerden, gönüllerden silinip gitti handiyse, bir avuç dirençlinin gözüyle gönlünün dışında.

bütün kitaplar da böyle değildi görünüşte -yani adına tarih kitabı denenler gibi. burada basit ve o ölçüde yanıltıcı bir durumun altını çizelim: aldatıcı bir görünüştü bu; elinize aldığınız her kitap, istisnasız ama, adları “tarih” olmasa da hepsi birer tarihti, birer anlatı. kanonik olsun olmasın. majör yahut minör. epik ya da lirik. hele bazıları vardı ki içlerinde, tam oscar wilde’lıktılar; hiçbir şey hakkında konuşmayı seven -çünkü herşeyini bildikleri tek şeyin hiçbir şey olduğunu bilirdi onlar. sayfalarının arası mis gibi kokardı üstelik. o kitaplarda, ötekilerde olduğundan çok daha hakiki, daha çirkin, daha çeldirici, daha baştan çıkaran silikon ve balçıktan dolgu maskeler vardır, yüz ve/veya vücut için, o ölçekte, ölçüde ve kıvamda.

işte benim de annemin karnında yüzdüğüm zamanlardan beri tek istediğim buydu, öyle bir kitap yazmak. o ılık, hafif tuzlu, bulanık suda belli belirsiz kıpırdarken, gözlerim yarı açık, bunu düşünür dururdum: güzelliğinin ve boktanlığının seslerini bana daha orada işittirmeyi beceren bu yeryüzüne alçakgönüllü, yegâne katkım bu olacaktı ancak.

öyle bir zaman geldi ki, yapacak hiçbir şeyim yoktu, tamamen kapana kısılmış, köşeye sıkışmış, karanlığımdan bunalmıştım. altın çağımda, o ılık, bulanık suyun girdabında dönelerkenki kitabımı değil de, onu ancak uzaktan, çok uzaktan andıran, çağrıştıran belki, ne bileyim hısmı bir kitap düştü aklımın kıyısına. nasılı bilmem, niyesini bilmem. bildiğim, düştüğü. oracıkta, ansızın gibi. ilk zamanlar bir novellaydı bu kitap, öyle tasarlamıştım. romana dönüştürmeye nasıl, ne zaman karar verdim ya da aklım yattı hatırlamıyorum. bildiğim şu ki böylesi daha iyi oldu. öbür türlü, elinizde sanki bir roman à clef, aklınızda cinlik, cebinizde acil durumlarda kullanmak üzere bir büyüteç, dolanıp duracaktınız sayfalar arasında. şimdi bunu yapamayacaksınız, buna izin vermeyecek kitap, çünkü kurmaca maskesi ardına gizlenen “gerçek”ler** filan yok ortada. otobiyografik ögeler mi dediniz, yok yok, kimya biliminin principle’ları düşsün aklınıza, unutun.

ah, oysa ben o pessoa adındaki binbir kişinin izindeydim, karlar içinde, buzda, derin bir yarda: “susuyorum. konuşursam anlaşılmayacağım. ben susarak anlaşılmamayı tercih ederim.”***

(*) nelly sachs, “hâlâ gece yarısı bu yıldızda [seçme şiirler]”, çev: melike öztürk, can, 2012, s.67.
(**) tanım truman capote’un: “bukalemunlar için müzik”, çev: püren özgören, remzi, 1990, s. xvı.
(***) fernando pessoa, “pessoa pessoa’yı anlatıyor”, der. ve çev.: ışık ergüden, kırmızı kedi, 2012, s.112.
(****) bir önceki bölümün devamı değildir. bu hususta yazacağım ilgilenenlerinize, görme biçimleri’nde.

YEŞİL ÇAYIRDA YEDİ İRİ ÖLÜ GRİ YABANDOMUZU (1)

Aralık 5, 2012

hazırlık dersi

bedenim inatçı bir çocuktur, dilim çok uygar, olgun bir kişi. (roland barthes)

dil bir deridir: dilimi ötekine sürterim. parmak yerine kelimelerim ya da kelimelerimin ucunda parmaklarım varmış gibi. arzudan titrer dilim. (roland barthes)

herkesin içinde belli bir sayıda sözcük vardır. (paul auster)

çok büyük bir uzaklık, çok fazla olanaksızlıklar vardı sizinle aramızda; aynı oyunu oynamıştık ancak siz halâ canlıydınız. (julio cortazar)

sonsuzluk, bilmiyoruz ki, belki de / şefkatli bir şeydir, ne bileceksiniz (birhan keskin)

hepimiz ölüme bir hayat borçluyuz. (salman rushdie)

her yara kendi ışığını saçar. (anne carson)

aşk farklı olanda benzerlik görme gücüdür. (theodor adorno)

bir cezadır aşk. yalnız kalmayı beceremediğimiz için cezalandırılıyoruz. (marguerite yourcenar)

iki kişi ilişkilerini,  onu olduracak kadar kuramazlar ama öldürecek kadar bozabilirler yaptıklarıyla. (oruç aruoba)

yerine bırak ben incineyim. (birhan keskin)

hayat, aşkın ölümünden sonraki uzun can çekişmedir. (daniel pennac)

yukarıdaki sözlere çalış. okur olmanın sorumluluğunu taşımak, okur olmanın hakkını vermek sana düşer. katlanılabilir uzunluktaki bu metin bir roman olabilecekse, biraz da sana bağlıdır bu. not yok, vize yok, sınav yok. sana güven kredisi açtım. yeter ki hazıra konma, boş vakitlerinde değil, vakit yaratarak çalış. kopya çekmek serbest: ötekilerden, hayattan, kendinden, geçmişinin ağırlığından, geleceğinin belirsizliğinden. işiteceğimden eminim, okurken zaman zaman farkında olmaksızın sesli düşünecek, bilmiş bilmiş homurdanacak, huzursuzlanarak söyleneceksin: “yazarın ta kendisi eduardo, apaçık bu.” neden yazar okurun zihninde vücut bulacak bu özdeşliği biraz olsun gizleme gereği duymamış acaba, niye romanını bu kadar acemice kotardığı izlenimi yaratmaya meyletmiş? ve karşı-soru sana: yazar eduardo mu? buna kestirmeden evet demek bana da, o ikisine de, sana da haksızlık değil mi? cevap: yok. cevap sende. cevap gerekmez belki de. cevap kitabın kendisi. şimdi sen bunları bırakıp aşağıdaki sözleri çalış. nasıl yaparsan.

kelimelerin birbirleriyle ilişkisinden kıvılcımlar çıktığını, dolayısıyla yangın tehlikesini gözardı etmeden tabii. haydi bakalım, ben de şefin, memurun, yazarın ve ölülerin şerefine kaldırayım kadehimi. ve bir gemici düğümüne benzetmekten kendimi alamadığım kadim yaraya ve oyuna: aşka. kaçınılmazlığına aşkın ve yalnızlığın.

bedenim inatçı bir çocuktur, dilim çok uygar, olgun bir kişi. dil bir deridir: dilimi ötekine sürterim. parmak yerine kelimelerim ya da kelimelerimin ucunda parmaklarım varmış gibi. arzudan titrer dilim. herkesin içinde belli bir sayıda sözcük vardır. çok büyük bir uzaklık, çok fazla olanaksızlıklar vardı sizinle aramızda; aynı oyunu oynamıştık ancak siz halâ canlıydınız. sonsuzluk, bilmiyoruz ki, belki de / şefkatli bir şeydir, ne bileceksiniz. hepimiz ölüme bir hayat borçluyuz. her yara kendi ışığını saçar. aşk farklı olanda benzerlik görme gücüdür. bir cezadır aşk. yalnız kalmayı beceremediğimiz için cezalandırılıyoruz. iki kişi ilişkilerini, onu olduracak kadar kuramazlar ama öldürecek kadar bozabilirler yaptıklarıyla. yerine bırak ben incineyim. hayat, aşkın ölümünden sonraki uzun can çekişmedir.

***

prolog

size bir kuş öyküsü anlatacağım. ama neruda’nınkinden biraz farklı olacak.

budi gölünde çok sayıda kuğu avlanıyordu. avcılar sandallarda sessizce kuğulara yaklaşıyor, sonra hızlı kürek çekerek iyice sokuluyorlardı. kuğular da albatros kuşları gibi zor uçarlar. avcılardan kaçmak isteyen kuğuların havalanması kolay olmuyordu. iyice sokulan avcılar, kalın değneklerle vura vura onları öldürüyorlardı.

günün birinde bana ölmek üzere olan bir kuğu getirdiler. çok az rastlanan, siyah boyunlu bir kuğu. bembeyaz bir kar yığınını andıran vücudunun üzerinde dalgalanan boynu, simsiyah parlak ipektenmiş gibiydi. gagası turuncu, gözleri kırmızıydı.

güney imperial’da deniz kenarında puerto saavedra’daydı.

bana getirdiklerinde, hemen hemen ölmüş gibiydi. yaralarını temizledim, ağzına ekmek ve balık parçaları soktum. ama hepsini kustu. buna rağmen kısa bir sürede kendine geldi, yaraları iyileşti ve dostu olduğuma inandı. ben hep böyle düşündüm, kendi durumuma aynada bakarak. bir zaman sonra, yalnızlığın onu öldüreceğini kavradım. böylece her gün koskoca kuğuyu kucağımda köyün sokaklarında taşıyarak, nehre götürmeye karar verdim. benimle beraber yüzecekti. balık tutmasını istiyordum. suyun dibindeki taşları göstererek, üzerinde kayan gümüş renkli balıkları anlatmağa çabalamayı hayal ediyordum. o ise hüzünlü gözlerle uzaklara bakıyordu hep.

her gün, tam iki yıl, onu nehre, nehirden de eve taşımak istedim durdum. bir akşamüstü, her zamankinden daha düşünceli bir hali vardı. yapma balıklarla ona avlamasını öğretmeye çalışmak istememe aldırmıyordu. çok durgundu. bunun üzerine yine kucağıma alıp, eve doğru yola koyulmak istedim. birden göğsüme yasladığı boynunun düştüğünü, kollarıma değdiğini hissettim. o gün, kuğuların ölmeden önce şarkı söylemediğini öğrendim.

o gün, kendi kollarımda yavaşça son nefesimi verdiğimi öğrendim. kuğu hikâyesini uydurarak son nefese kadar direndiğimi. budi gölünün, avcıların, sandalların, nehrin, balıkların, kuğunun, hüzünlü gözlerin sadece kelimelerden ibaret olduğunu ve kelimelere gerçek dünyada rastlanmadığını.

***

korkunç bir esin geldi tanrı’ya, yedinci gülüşten sonra
öyle kuvvetli güldü ki, insan ruhu doğdu
gözyaşlarından.

dolunay, matisse turuncusu bir ipek halı sermişti boylu boyunca denizin üstüne. deniz benim ay sarayımdı artık. ben, eduardo. son gece, yolunun üzerinden, karşıya yedi kocaman gri ölü yabandomuzunun hoplaya zıplaya geçtiği eduardo.

bazen ellerine bakardı eduardo. üzerine şunun bunun öylesine, tıkış tıkış konduruluvererek groteskleştirildiği dünyanın boşluğunu kıpırtısıyla, devinimiyle zarif bir kılıç gibi yarıp duran ellerine, uzun ince narin piyanist parmaklarına. kaba, hoyrat, kıllı elleri olsun isterdi zaman zaman. düşünmesin bir kadının yarığını okşarken parmakları, sıkıştırsın, ezsin, arzular terazisinde kefenin birini neredeyse yok saysın, sonra sırtını dönüp ancak bir ayının çıkarabileceği horultularla kalın, kapkalın, siyah çizgili bir uykuya koşsun. o zaman işte, kendisi hiçbir zaman kadri bilinmeyen, bilinmeyecek inceliğin bunaltıcı kozasını delebilecek, geçmiş ise bütün o düşkırıklık toplamının geride bıraktığı enkaz olmaktan kurtulacak, arada bir açılıp içindeki ıvır zıvır bazen unutmuşluğun verdiği hayretle, kimi zaman hainane bir gülümsemeyle kurcalanacak bir kutu olarak bir köşede sessiz sedasız duracaktı.

“ay sarayı” dedim demin, farkındayım.

yıllardan, handiyse ilkgençliğinden beri, sen daha hayatın kabalığını tanımazdan bu yana derin kuyundan kana kana su içen o adamın gölgesinin bir süredir gözlerinin kuytusuna düşmediği geceler sona eriverdi birden işte. sen istedin bunu. öyle gözüküyor. ben denizin üstünde ağır aheste seyretmekte olan şu feribotun güvertesinde, arabaların soğumaya çabalayan motorlarının havaya karışmakta olan sıcaklığıyla sırtımı ısıtmaya çalışıyorum. senin bunu isteyişine anlam vermeye çalışıyorum. oysa tek anlam, denizle göğün birleşmiş koyu lacivertleri. ayın ışıklı ve çok şeyi sessizce söyleyen imzası. birdenbire akla düşüveren eski bir şarkının günün anlamına denk düşen sözleri ve o sözlerin kelime boşluklarındaki kırılgan yük.

kasıklarının kokusuyla günlere anlam vermekten gayrı isteğim olmadığıyla başlamıştı hikâye. öyle söyleyerek. ‘söyleyerek’ diyorum –bir kendiliğindenlik, hesapsızlık yükü taşıyışından. sündükçe sünen bir umarsızlık zamanına, ancak, beni tüketmesine şövalyece bir son verme imkânı elde ettiğim ilk anda, iki ucu da keskin bir sınırlamayı simgeleyen bir doğru parçası gibi kısacık bir kaçamağı başlatan uzun yolda fırsat ve cesaret bulunabilirdi. joanes, bir zamanlar hoppidi paytak, bir türlü diş çıkaramayan, babasının oğlu joanes, arslan oğul vardı, çarkı çevirdi neden sonra, üç çocuk doğurmuştun, çarkı o çevirdi, biri uçmuştu yuvadan, üniversiteye başlamıştı, uzaklara, metropole gitmiş, üniversitenin yurduna kaydolmuştu, diğeri daha pek küçücük sayılırdı, okumayazmayı yeni sökmüş, dizinin dibinden ayrılmıyordu, şirincikti, tatlı. sonra bir ikindiüzeri, bir domuz sürüsü yolun karşısına geçiyor. tam yedi domuz, yedi iri gri domuzcuk. telefon açıyor sana biri, adı eduardo mu neyse, sesin titriyor o anda, eteğini çekiştiriyor senin şirincik, telaşlanıyorsun, ürperiyorsun, tatlı bir ürperti, filmlerdeki gibi dramatik bir sahne işte. evde misiniz, küçük bir kızçocuğunun sesini duyuyorum buradan, sesinize bayıldım, tınısına, titreyişine, anlamadım, kilometrelerce ötede misiniz, kapatmalı mıyız şimdi. joanes’in sesi çıkmadı, uykusunda bir çita henüz joanes. her telefon konuşmasının arasında kilometreler daha da çoğalırken elini uzatsan tutacak eduardo her seferinde daha kolay. eh işte, peşlerinden yola düşüyorsun, yabandomuzları da yabandomuzu ha. ama dur, daha var, daha joanes doğmadı bile, süt emmedi. kocanın kara kafasını gömüyor aralarına memelerin, gün gece tanımıyorsunuz, hababam sevişip durmak, gri siluetine hiç yakışmayan pembe burnuyla tek başına, kaba saba bir yabandomuzu. daha çok var joanes’in motosikletinin üzerinde, polyester mankenleri yerlerinden oynatmasına, ergen homurtusuyla, gecikmiş oedipus kompleksiyle motosikletinin. zamanın saati bir durur, bir deli gibi döner akrebi yelkovanı, cümleler, yarımı, devriği, eksiğiyle cümleler. on dakika ara yazar filmlerin ortasında, en heyecanlı yerinde. başrolde: tutkuyla seveni, tutkuyla sevişeni buz kristali bir ümitsizlik çarkında dişleyip kırandın. filmin ikinci yarısında olay örgüsü çatallanır, tempo, atmosfer, kurgu değişir. diyaloglar ilk yarıdakinden çok farklıdır. özneler, gizli özneler, fiiller başka renge bürünmüştür. bir strindberg olmayı öğrenecektim sonunda, der eduardo. matisse turuncusunu munch kankırmızısına dönüştürmeyi. açık deniz kıyısında, açıkta, gece dalgacıklarının kumdan kaleleri oyuna getirip sonunda anlamsız bir düzlüğe dönüştürdükleri yerde ve fakat ay sarayında, hiç bitmeyecek bir ziyafetin gitgide bıktırıcılaşan tadıyla malul bir kefaret ödeme lirizminin tahtında.

ellerimi seviyorum. tanrı’nın elleri varsa bende onlar. onları tanrı’nın elleri olarak kullanıyorum. dokunduğum can buluyor. biraz kibir de mi bulaşmış? olabilir. o kadar olur. o ellerle dokunmak varsa, biraz kibrin ne zararı var. tanrı’yı ben çaldım kendisinden, gizlice yürüttüm. kendime bir mesel uydurdum. hissesini sana bıraktım. gel akıl al birazcık benden. gel dokunayım şifalı ellerimle alnına. eduardo, yirmi yıl sonra geleceksin biliyorum. şimdi ellerim ne keyfediyor bilsen. bir adam var, iri yarı, ama o adamınım işte ben, ellerimle göğsünün ortasındaki boşluğa dokunuyor, dolduruyorum o boşluğu. adam göğsünün ortası dolu zannediyor, öyle dolaşıyor orada burada. işe gidiyor. akşam eve dönüyor. elleri dolu. göğsünün ortası dolu. öyle zannediyor. öyle. ellerim benim. adamın kütlesine binbir şey ekleyebilirim kendimden, ama ellerimi vermem. onlar benim. tanrı’dan çaldım. daha ilk gün. tanrı daha karar verir vermez. bak yirmi yıl geçti, sonra ikibuçuk yıl daha geçti. ve ellerimle kapatıyorum gözlerini eduardo. önce adamın, sonra senin. öl diyorum, ölüyorsunuz. ol demiştim, olmuştun. tıpkı öyle. sonra başkaları çıkacak karşıma, çıktı bile. ol diyeceğim, olacak. öl diyeceğim, ölecek. sonra… sonrası iyilik güzellik. düşünmem ben, öl deyince ölünmeyeceğini. derim, düşünmem. ölemeyecek olan düşünsün. böyle de tanrı’yım işte. sınıyorum belki. kahkahalar atıyorum. beceriksizler! yeteneksizler! cahiller! çapsızlar! düdük makarnaları! ellerimi seviyorum eduardo, onlar her istediğimi yapıyorlar. istediğimden bile güzel yapıyorlar. upuzun parmaklarım, zarif, kıvrak, kırılgan, incecik. buz gibi bazen uçları. içime hapsettiğim tanrı öyle buyurduğu zaman.

son gece. rüyalar, karabasanlar. bir cantus firmus’tu eduardo’nun arayışı. yetkinlikteki doruk zevkini, iyideki kitaplar dolusu mürekkep kokusunu, nezaketteki sabah çiyi serinliğini, şefkatteki anne çöreği susamını, endamdaki altın oranı, kasıklardaki o tek olma, bir olma, sen ve ben’den kayarak bütün bir kâinatın özü, çekirdekteki tohum, tohumdaki dirimin sessiz sesi olma arzusunu, kalemdeki eskiyeni ve yenieski dünyaları, çoğulluktaki tekilliğin, tekillikteki çoğulluğun, çoktaki tekin, tekteki çokun mucizevi kımıltısı, kıpırtısı ve noktaların ucuca dizilimiyle oluşan kesiksiz çizgiyi. ve bütün bunları kuyumcu terazisiyle tartıp mahalle terzisi eli olmak sonra. dişi pekin ördeğinde diğerlerinin kabalığı, hoyratlığından eser yok. sol ayağının bir perdesi yırtılmış. artık hangi yaban dolandıysa derenin orada. yine de, ben, eduardo. yanlış görüyorum, gözlerim iyi seçmiyor dereden yansıyan günışığında. yıkanış törenleri, su içişleri, medine dilencilikleriyle hangisi dişi, hangisi erkek, seçmek zor. benmerkezci dayatmacılıktaki erkeksi koku mu burun kemiklerini sızlatan eduardo’nun, dişi zarafetinin ipeksi görünen çekimgücü mü, belli değil. ya altüst oluş sözkonusuysa, ya tersyüz edilmişse rollerin teğelli elbisesi? eduardo, ben-eduardo. günübirlikçi piknikçiler arasında, görgüsüz ızgara dumanları, pervasız mangal kokuları arasında, kafası koparılmış bir şahin yavrusu leşi.

***

hepimiz birşeyler
olmak üzere seçilmişiz. örümcek, aşçı.
fil. herbirimiz bir sergiye
asılacak birer tabloyuz sanki.

sapsarı bir günün bildik kasaba sabahlarından birinde joanes, motosikletini hızla sürdü. afiliydi, en azından öyle görünüyordu. yapışkan bir güneş kaldırımları boydanboya yalıyor, motosikletinin asfaltta bıraktığı izin peşinden sürüklenerek joanes’i bir an bile kendi haline bırakmıyordu. tek tük açılan kepenklerin takırtısıyla çarpışan egzoz uğultusu ucuz vitrinlerdeki polyester mankenlerin kirli bej tenlerine çarpıp oradan tekrar vitrin camlarına yansıdıktan sonra kasabanın ağır havasına karışıp gidiyordu. joanes kararlıydı, bilmiyordu bunu henüz ama öyleydi, o gün bitecekti herşey, akşama kalmadan.

birşeyler oldu anneme. yılların annesi oysa. bir anne imgesinin zihindeki izdüşümlerinin hiçbirine sahip değildi gerçi, kızkardeş gibiydi hep, anne rolü oynayan bir kızkardeş. içekapanık, içten içe başkaldırmacı karakterimi pusuda tutan bir ergendim ve bu küçük kızkardeşin tepesinde bir kılıç asılıydı, adımın kabzasında çakıyla kazılı olduğu bir eski zaman kılıcı.

başıma baktım. yedi yerinden kanıyor gibiydi ama kan yoktu. acı? tepeden tırnağa acı kestiğimi söylemek bana o zaman da şimdi de itici geliyor, gelir. o anda karar verdim, başka bir acı evreninde idim, bu acı bildiklerime hiç benzemiyordu, düşen bir meteorun kalıntılarını andırıyordu. joanes dedim, joanes. joanes. sapsarı bir gündü. bildik bir kasaba sabahı işte.

atını dörtnala sürdü, şaha kalktı at, bir sürünün tam göbeğine dalarak darmadağın etti sürüyü, yedi hayvan telef oldu. yedi iri gri yabandomuzu. kasabanın içlerine nasıl girdikleri, neden girdiklerini joanes’in o güne kadar handiyse hiç düşünmediği. furioso.

***

görünmezlik bana zarafetin koşulu gibi görünüyor.

almiralda, onu bir ağaç kütüğünün odunluk penceresinden sızan günışığıyla parlayıp kaçınılmaz yazgısını unutuşu gibi seven kocasından ergeç boşandığında tutup da başka bir, ama en ufak bir pırıltı taşımayan, sıradan bir aşığı hayatına katarsa, –söz–, durmadan akan, çağıltı ve şırıltılarla akan, iki kıyısı boyunca rastlantısal bir örüntünün kafaları şenlikli ögeleriymişçesine dizilmiş çınarlar, kabakızıllar, ağırbaşlı cevizler, midilli incirleri, meşeler, hafifmeşrep kavaklar, defnelerle salkımsöğütlerin güneşin öfkesinden suyunu koruduğu derenin o zarif mi narin mi helikopter böcekleri, pusucu yakarcaları, saydam susinekleri ve bu mevsimde uluorta gözükmemeyi tercih eden acıyeşil kurbağaları gibi sakin, aldırışsız, gururlu, –söz–, onlar gibi, kelimesiz, derin bir yasanın göze görünmez, insan kulağıyla işitilemez dalgaboyundaki buyruğuna uyarak almiralda’nın karşısına aniden çıkacak, gözlerinde iri zeytin tanelerinin parlamasını sağlayacak bir bakışla –ki bu acılık uzun sürmüş gizlilikteki bir gururu da ister istemez açığa vuruyordur– onu alelâde bir tahta iskemleye kol ve bacaklarından oracıkta bulduğu bir sicimle sıkı sıkı bağladıktan, düğümün çözülmezliğini dikkatle kontrol ettikten sonra, şehrin hiç bilmediği bir semtinde kendini emekliye ayırıp inzivaya çekilmiş bir haydut gibi bir sokağın dip bucağında gövdesine yer açmış olan bir dükkandan edindiği bıçakla kendi bilek damarlarına yol verecekti. risoluto. affettuoso.

almiralda olsun bu hikâyede onun adı. isimler önemlidir, öyle sanırız, bir yangı gerçi, bizler için geri dönmesi gereksiz bir yanılgı, dahası kreması zehirli bir yanılsama. aslına bakılırsa üzerinde bokböcekleri gibi yuvarlandığımız, bizi bir karatavuğun, uzun öten bir horozun gagasıyla burun buruna getirmeyeceğine inanıp güvendiğimiz taze sığır gübresi yığınında debelenip durduğumuzda, arada sırada da olsa kendimizi güvende hissettiğimizde o yığında daracık, iğricik büğrücük tüneller açarak bok kitlesinin kuşatıcılığıyla kağşamış kabuğumuzu havanın taze nefesiyle sevindirdiğimiz bir dünyayı, bitmeyecekmiş sanısıyla hiddetinin kan kızılı da anlayışlılığının kekik yeşili de sanki kendiliğinden katmerleniveren hayatı, uzunlu kısalı, şaşaalı suskulu, zarif ya da kalın, münasip yahut hainane isimlerden bir fanusla soluksuz bırakmak, bütün, hep, baştan sona, yaptığımız.

neden almiralda? ona başkalarının, tanıma fırsatı bulamadığımız, bizden bu hikâyede bunu esirgeyecek insanların, kendi halinde bir anababanın, kimbilir hangi esinler yahut gizli dileklerle, ya da belki çoktan göçmüş atalara vefa borcu duygusuyla, öylesine ya da özenerek koyduğu isimdeki harflerin hiçbirisi olmasa bile bu isimde, yine de, bu garip “rastlantı”ya rağmen, “almiralda”da ona başkalarının, anababasının bahşettiği ismin ipeksi dokunaklılığı, gelmiş geçmiş bütün sıkı yazarların bazen özellikle kaçındığı, kimiyse bile isteye özünde tam aradığını bulduğu, kadınlık hali deyip geçtiğimiz ve asla sırlarını bütünüyle açığa vurmaya yanaşmayan, barcarolle hafifliği ve durgunluğunda gözükse de ruhunun saydam gövdesini içindeki burlescavari ögelerin karakterize ettiği o garip, büyüleyici, hipnotize edici diyarın toprağına özgü bir akış. ahtapot bacaklı metropolün hiç sönümlenmeyen harında kavrulmuş olan zavallı ayaklarımı şırıltısının ninnisinde uyuttuğum şu dereninkinden çok daha güçlü kuvvetli, öyle olsa da çok daha narin, okşayıcı, gizemli ve dişi bir akış. suyu çoğaldı derenin, gürleşti, belirgin bir dirilik kazandı. artan çağıltıyı, sessizce durduğu kuytuluktan aniden harekete geçen rüzgarın esintisi arkadaşsız bırakmadı. almiralda, bir isimdi. görünmez bir gövdenin içine saklanmış uçarı ruhun ismi. bağrında saklaması gereken harflerin hiçbirini gövdesinde taşımadığı halde yine de onlarsız olamaz bir isim. bir credo. credo sandığımız bir capriccio.

***

tanrılar insanların bahtında
türlü türlü gösterirler kudretini.

pırnal kütüklerinden koca bir yığının çamurdan bir koniye büründürülüp içten içe ateşlendirilmesi yetmez. mangala dizilip de ilk kıvılcımla harlanarak bir kor dünyası yaratması istenir. fanın kızgın soluğunda ateşten yılanlar, gökyüzündekilerden daha masalsı çünkü eh çok yakın ama erişilmez yıldızlar, aynı kızıldan birer yangın filizi, birer şenlik fişeği. bakışların saydam, sakin çeperlerini delip geçişleri. koro nerede? işte orada. kulis karanlık. almiralda, çok yakın ama erişilmez bir yıldızı andırıyor. kızaran etlerin kokusu, damlayan yağla coşarak ortalığı dumandan kasıp kavuran mangal ateşi. ne yaptığını, neden yaptığını, niçin yapmamalıydı bilen, ama ne yapacağını bilmeyen zarif parmaklar. tutsak yürek arenada, arslanlar yerine yedi iri gri yabandomuzu.

ben. almiralda. ismimi seviyorum. o da seviyor, kelimelerin oynatıcısı. incecik, görünmez iplerle eklem yerlerinden açılmış deliklere tutturulmuş kuklalarıyla yüzü ışıklanan, gece olunca kuklalarının dizleri dibinde uyuyakalan oynatıcı. benim ismimi seviyor. isimlerin belirlediğini söylüyor dünyayı. ismimi sevmemiz yeter, o kadarına gerek yok. o bana hep sözettiği yedi iri gri yabandomuzunun isimlerini ben hep unutuyorum, biliyorum ama unutuyorum her uzaktan karşılaşmamızda. unutuşum bunu, memelerimin çağrısını daha da güçlendiren bir etki yapıyor her seferinde. memelerimi seviyor. saç diplerimi, omzumla birleştiği yeri boynumun. parmak uçlarımdaki epitel dokusunu. birbirine bakışın hiçbir biçimde tanımlanamazlığını. bunların hepsine isimler koyuyor. ipler kesiyor. delikler açıyor. yanıbaşlarında uyuyakalıyor. üstü açık. örtüyorum. ve şimdi, hep olduğu gibi, etrafımda keskin dişler, pamuğa sarılı sopalar, onun uyuyakalışına dokunmamı sert bir sessizlikle engelleyen bu kalabalık karabasan. joanes, babası, kardeşleri. kutsal kilise. pazar ayinleri. ışıkları bir bir sönen, gecenin bilinmezliklerine karışan ve hep aynı silik sabahlara açılan evler. tanışı olduğumuz şeyler işte. elimi başımın o yerine bastırıyorum. yapış yapış. irkiliyorum. bağırmak istiyorum. ipler kesik. ilmik ilmik. tel tel. ismim, ismim neydi. son yabandomuzunun da sıçrayışı. gözden yitişi.

bir tür yabani sarmaşık. görmek istemedi almiralda. artık hiçbir şey istemiyor, yalnız joanes’le, joanes’in küçüğüyle, babalarıyla meşgul gözüküyor, yanıltıcı bu, bile isteye bir yanılmaca/yanıltmaca, kandığımı sanıyor, kendinin de kandığını. sarmaşık, uçlarından birleşmiş iki taze fasulyeyi andıran meyveleriyle, midilli incirini dört yandan kuşatmış arsız. signor antonio’nun sundurmadaki sedirde ayaküstü bir esinle “aşkçiçeği” deyişi ona. sivri dişlerinin arasından bir anlık gafletinden yararlanarak kısa süreliğine kaçabildiğim canavarın pislik yuvası ağzına geri dönmeme ramak kalmışken, signor antonio nedir bu şimdi. üçlü bir meyve buldum gidip. bütün çoksatan romanlarda, gişe rekorları kıran bütün filmlerin senaryolarında böyledir. üçlü. agitato.

eduardo, koroyu susturuyor. yanlış çünkü. teksti düzeltiyor. yine de kafaların karışması kaçınılmaz, oğul mu annenin boynuna saplayan gecede, o mangal ateşinin közünde şöyle bir parıltı salıp gözden yiten bıçağı. eduardo oğul olmak istiyor, kutsal oğul. olamıyor, koro rolleri karıştırsa da farketmez, olamazdı. eduardo yabani sarmaşığın soldaki parçası. uçlarından kopmak üzere. kopuyor, beyaz bir köpük. yer yer kızılımsı, pembemsi yol yol. ele bulaşıyor, zarif ellerin epitel dokusunu ıslıyor. agile.

ortalık karışıyor. olan bitenden habersiz sincaplar çoktan kovukları doldurmuşlar. yeşil kabuklu taze cevizlerin bazılarını düşürmüşler. kök salacak birkaçı, sonraki sincaplar tırmanıp gövdelerine, kovukları doldursunlar taze yeşil cevizlerle diye. koro eski şarkıyla yıkayıp duracak gecenin çıt çıkarmazlığını, sonra omuzbaşında ince bir kızıl çizgi, aşağıya doğru ilerleyen. kimin omzudur bu, ipler eklem yerindeki delikten geçmiş miydi. sincaplar aldırışsız. uykudalar mıdır. konuşmaz onlar. uykuda da.

***

tanrı savurduğunda yıldızları dört bir yana
hangisi kuş hangisi çiçek ne farkeder
benden azade bir hayat yok sana
ola ki, bir ağaç gibi çıkacağım karşına.

bir helikopter böceği. kaçmadı benden. kitapları kapadım, kalkıp midilli incirinin oraya yürüdüm derenin serinliğini yararak. gövdesi, yaldızlı ambalaj kağıdından bir rulo, mavimsi yeşil. kaçmadı benden, bir taşın üzerinde güneşin tadını çıkarıyordu, yorulmuştu besbelli. uzatıp dokundum elimi gövdesine. sonra dönüp masama, bir yudum su içtim. gölgeler galerisinde kaybettim izimi.

elinin üzerinden yansıyan güneş. joanes’in bir uğultu olarak yansıyan sesi. kocanın, senin ayrı bir evrenin olmadığına ilişkin sarsılmaz inancıyla örülü kahkahası. duman. koku. dereyle sevişmesi kimbilir ne zaman sona erecek taşın. uç, helikopter böceği! aynı yıldıza bakabildik mi seninle bir gece olsun? kanatlarım uç veremedi ki hiç. kaldım öyle asıl yaban. dünkü sincap yine elindekilerden birini düşürdü, belli, gölgemde olacaksın sonra, joanes büyüyecek, göbeğini taşıyamaz olacak kocan, yolun düşecek buraya bir daha, belli, çağrımı duyacaksın kan ter içinde, şaşkın, kendine ait bir evrenin, bir odan olmadığına ilişkin üzerinde hiç düşünülmemiş, hiç tartılmamış bir inançla sarılıp sarmalanmış horultular yükseliyor yanıbaşında, salyalanmış bir yastık, buruşuk bir yatak, sıcak, tembel, dilim dilim günışığı vurmuş, kan ter içindesin, joanes büyümüş, koca adam olmuş, motosikleti satmıştı zaten, kepenkler binlerce kez açılıp kapandı, polyester mankenlerin suratları yolun yağlı tozundan görünmez oldu, belli, kan ter içindesin, bir uyurgezer seferine çıkacaksın sanki, uyanmayacaksın, uyanmadan. görüp göreceğin bir ceviz ağacı olacak. hepsi bu: gölgeler galerisinde bir gölge. amabile.

***

ve tanrı müziği keşfetti

beklemeyi bilen kan,
taş olmayı da bilir.

dayanılmaz acılarla boğuşuyordu eduardo. yanlış cümle! boğuşmuyor, boğuluyordu. bunu kendi istemişti, böyle olsun, kıyısını şiddetle dövüp duran devasa dalgaları biraz olsun unutmaya çalışmanın başka yolunu bulamamıştı, yok ki. sasha’nın içten içe öfkeli umarsızlığının azdırdığı sakarlıkla ikide bir kırılıp duran kristallerin, bohemia’ların kulak zarını patlatan şangırtıları, almiralda’nın pekalâ birlikte geçirilebilecek günlerin devrilip duruşuyla sessiz, minicik bir bahçe kaplumbağası gibi kafasını içeri çekmişliği gerçek değil. joanes’in polyester vitrin mankenlerini bir gün mutlaka tir tir titreteceğinin ürküntülü beklenişi, almiralda’nın kocasının şeker kaplı zehir drajeleriyle dolu mine kutusu bir kurmaca eduardo! bir roman bu eduardo, roman. kurmaca. yazar ne yaptığını bilip bilmiyor. yazar bu, karışamazsın, sen içeridesin, içeridensin. sasha’nın masallardan çıkıp gelmiş varlığı, uzun sıkıntılı, zaman zaman şefkat dolu olabilen, çoğunlukla yıkıcı geçmişiniz, kahkahasızlığı, hoşlandığın mimiklerden, jestlerden yoksunluğu, of işte ne varsa, ne oluyorduysa olmuyorduysa tümü kurmaca. eduardo’nun varlığı, ilgisini neredeyse ta baştan kesmişliği, yakıcı suskunluğu, ağzını açtığında pasifik kasırgaları gibi geride kâbus dolu bir yıkıntı dünyası bırakırlığı bir kurmaca sasha! bütün o kasvetli çürüyüş manzarasının son fırça darbesi olarak almiralda’ya yazılmış tutkulu, ıslak, ateşli notlar, hayır hayır, onlar almiralda’ya falan yazılmadı sasha, yok almiralda sasha, hiç kimse yok, sen de yoksun, bütün bu yokluk bir kurmaca. jeneriği sonuna kadar izleyecek sasha, perde tamamen kararana kadar olduğu yerden kalkmayacak. temizlik görevlisi gelecek, yamultulup koltuk kollarındaki yuvalara bırakılmış kola kutularını, yerlere saçılmış fındık fıstık artıklarını toplayacak, salonu havalandıracak. bir sonraki seansa bilet almış olanlar sabırsız, huysuzlanmış, ufaklıklar neşeli, patlamış mısırlı, gözleri parlamış, yavaş yavaş kapılara yığılacaklar. eduardo coğrafya atlasını parça pinçik etmek istiyor. atlası değil sadece, coğrafyayı. bütün zorunlulukları, bütün saçmalıkları, onu eduardo olmaktan alıkoyan herşeyi. geleceğe ipotek koyan geçmişi, günün altın kafesini, belirsizliklerin suratında belirmiş hainane sırıtışı, sırtına yüklenmiş sorumlulukların taş gibi ağırlığını, mesafe çizelgelerinde kanayan gerçeği. sanat yönetmeninin asistanlarından biri en uygun nesneleri toplamıştı bitpazarından, antikacılardan, özel kostüm ve malzeme satan dükkanlardan, atölyede ürettirmişti bulamadıklarını ya da bulduklarından uygun görmediklerini. eduardo şarkı söylüyor, mırıldanıyor sessizce, “kendi ellerimden tutuyorum / kendimle paylaşıyorum hayatı / ektiğim yalnızlığı biçiyorum / hep büyüdüğüm bu tarlalarda / kazıyorum aklımdan karanlığı / yapayalnız öleceğim ben”. eduardo ellerini bulamıyor, kesik ellerin acısı dinmiyor. tarlalarda traktör tekerlerinin kaba, derin izleri. yapayalnız ölecek eduardo, yazar öyle istiyor, başka bir son planlamadı henüz ona. sasha yok, kurmaca. almiralda da tül ve tüy ve ipek ve sim, gerçek değil o, hiç gerçek değil. gerçek olamayacak kadar gerçek mi ne, yazar daha karar verememiş. ne kadar da inatçı şu keder. eduardo’nun sevdiği ressamların renklerinden, başucunda tuttuğu şairlerin mısralarından, bütün o eduardo-yadsıyıcı dünya hallerinde dinlemekten bıkmadığı şarkıcıların seslerinin çatalından usulca sızan, bellibelirsiz taşan keder. sasha, almiralda, kocası, joanes, eduardo yok ki keder! olunmayan yerde sen ne arıyorsun! boşluğu mu dolduruyorsun? hangi boşluktan bahsedilebilir ki. keder, sen şakacısın, sen keder değilsin. ve yok eduardo. yok. yok. büzülmüş acıdan. kaskatı. küçülmüş. tortop. yoğuşmuş. keder, sen nesin? kimsin sen? ne istiyorsun? söyle, ne istiyorsun benden? yazarın işi yok seninle. karıştırma ortalığı. sasha yok keder, almiralda yok, kocası yok, joanes yok, eduardo yok. sen de yoksun. yazar da kurmacaya dahil.

sana akıl vereceklerdi. tanrı’nın sende gizli olduğunu bilmeden etmeden. gün gelip evini barkını bile terkedeceğini, kendini eski şehrinde bırakıp yeni şehirlere doğru yola revan olacağını söyleyeceklerdi. gaibin hafızaya iyi geldiğini ben de bilirim. sahipliğin kölelik, bırakışın azatlık, hicretin gurbette kendini buluş olduğunu. uçurumunu dolduramazsın almiralda. o heybetli esaret dağınla arayış uçurumunu doldurabileceğini sanma. akılları kendilerinin olsun. yeni şehirler de birer eski şehirdir. yola düşmüş olana yola düş denmez. gaibin ne olduğunu, kim olduğunu kim bilebilir. uçurum uçurumu çağırır, dağ dağı. bunları usulca fısıldamak isterdim kulağına. ateşler içinde sayıklıyordun, beni duyacak halin yoktu. başucunda yabancılar bekleşiyordu, herbirinin gözlerinde yabani, kanlı bir parıltı.

mahrem bilgilerimiz ne olacak peki almiralda? nasıl iki bilmez haline döneceğiz yeniden, dönebilir miyiz, dönülebilir mi? sen bana doğmadan önce bir sen-yokluğu bilgim vardı yalnızca, o bilgiyi yitirdim çoktan, edinemem bir daha. ince uzun parmaklarını görmeleri ne farkeder, o parmakların bendeki bilgisini yalnız ben biliyorum ve bu bilgiyi kusamam, silemem, incitemem. istesem de yapamam bunu. ellerinin tanrı’nın elleri olduğunu da ben biliyorum. adının anlamını da yalnız ben. namlusundan çıkan kurşunun öldürdüğü silah, bilgisini yalnızca kurbana fısıldar. senden çoğalmışken nasıl dönebilirim tek parça kendime? “gece olsa da yine uyuyamasak!” diye başkalarına nasıl söyleyebiliriz kendi cümlemizi almiralda? “iyi uyu!”larımız ne olacak, her sabahın merakla beklenen ilk cümlesi ne olacak? “herkes kendi çarmıhını taşıyor sırtında. herkesin via dolorosa’sı kendine. herkes kendi golgotha’sında acısını çekiyor. herkes birbirine eş milyarlarca tepecikten aynı anda bağırıyor farkında olsa da olmasa da: neden, neden beni terkettin? sorunun cevabı terketmede. tanrı isa’yı terketti çünkü gerçekten terkedebilecek sadece tanrı’dır. tanrı’nın insana öğrettiği ilk şey de terketmektir. ama tanrıdan başka herşey terkederken ardında muhakkak bir iz bırakır. terkettiğinden bir parçayı da yara izi gibi, madalyon gibi, gastrit gibi yanında taşır. sloppiness of mortals. isa’nın insan olarak o tepede o terkin acısını yaşayıp insanlığının sonuna kadar farkına varması gerekiyordu ki göğe yükselebilsin, kutsal üç’ün ikincisi olabilsin. hergini terkeyliyor mavilim… işte insan. bu kadar mı? aşağı yukarı. tanrı kendini de hesaba çekecek mi sorusuna evet karşılığını alınca gülen bedeviye: thou didst bear the sins of mortals, who shall bear the sins of god?” bir arkadaştan ödünç aldım bu sözleri almiralda, öylesine işte, bilmiyorum. iyi de, çarmıh çarmıhı silmiyor. kan kanı temizlemiyor. acılar birbirini götürmüyor. yara izin olabilecek miyim almiralda, gastritin, madalyonun? ama ben yara izi olmak istemiyorum ki, boyunda taşınmak, içinin eriyişi. senin ellerin yeterince tanrı’ydı, işte almiralda’m diyordum, işte tanrı’m, işte ellerim olan elleri’m. ama yara izin olmak, hayır hayır, yapamam, seni tanrı’dan-başkalık olarak göremem, çünkü gördüm: ardında iz bırakmadın, sildin tanrı süpürgesiyle. bir yangın yerinden iki mısra bıraktın insan yanınla sadece: ve temizleyecekler kazılan yerlerde / bizden kalan balçığı.

gecenin koyusunda sıcak yatağından kalktı eduardo. merdivenlerden indi ayaklarının ucuna basarak. iyi sasha, canım sasha, uzak sasha horluyordu. kedi kıvrıldığı yerde horluyordu. çocuğun sırtı açılmıştı. koltuklar, masalar, kilimler horluyordu. uzaklarda almiralda, kocası, oğlu horluyordu. yazar horluyordu. yönetmen horluyordu. set işçileri horluyordu. makyöz horluyordu. ışıkçı horluyordu. sokak horluyordu. komşular horluyordu. dünyanın ilk insanla kirlendiği andan itibaren olup biten herşey, gelip geçen herkes, caniler, hırsızlar, yankesiciler, kahramanlar, hükümdarlar, soytarılar, cadılık suçundan yakılan kadınlar, esir düşen zavallı düşman askerleri, körkütük zafer sarhoşları, sevinci gururla taçlanmış fatihler, kaşifler, köle tacirleri, macera düşkünü serseriler, veba salgınında kırılanlar, köşelerinde pinekleyen cüzzamlılar, keşişler, trubadorlar, idam mangaları, kürek mahkumları, başıboş dolanıp duran horozlar, tavuklar, gevrek gevrek geviş getiren büyükbaş sürüleri, yılkı atları ve bütün bunların arasından hiçbir şey yokmuşçasına süzülüp geçen isimsiz sevgililer, onların karıları, kocaları, çocukları, evleri barkları, ocakları, kaynayan tencereleri, çatalları, kaşıkları, tertipleri düzenleri, kutsal, kutsanmış, kanıksanmış sarsılmazlıkları horluyordu. aşağıdaki salondan maria callas’ın sesi yükseldi. eduardo yaşıyordu. vardı eduardo. yazar öyle uygun gördü. herkes, herşey horluyordu. maria callas’ın sesinin tınısı horultuları delip geçti. eduardo o tınının kanatlarında yükseldi, yükseldi. başı dönüyordu. yumdu gözlerini, sıkabildiği kadar sıktı yumruklarını. maria callas’ın sesi uzaklaştıkça uzaklaştı. karınca kadar gözüküyordu aşağıda bütün o irili ufaklı horultular.

eller, almiralda. eller. yazar. kelimeleri ardı ardına, arkalarından atlı koşturuyormuşçasına yazar. kimi zaman tutukluk yapan bir silahtır kelime. atarsın, başkasını alırsın. seni yarı yolda bırakacak, zayıf düşürecek kelimelere dikkat etmeli. gez, göz, arpacık! titrememeli elin. silahı kontrol ettin mi, dolu mu, bakımı yapılmış mı, menzili ne.

ben, yazar. artık şu yeryüzündeki tek nedenim, eduardo’nun incelikle örülmüş ölümü. bir el yeter bunu yazmaya. bir kelimeden fazlası gerekmez. hatta o bile fazla. bir el, bir kalem tuttu. bir kalem, kağıt üzerinde hışırdadı. çıt yok etrafta, yalnız kalemin hışırtısı. bir el, yoruldu sonra.

ellerin ne güzel almiralda! ne zarif! ama kimsin ki sen? beni ne hakla alnımın ortasından mıhlar bu eller? yoldakine yılan bile dokunmaz. yoldaki yoksuldur, heybesinde umuttan başkası yoktur. yorgundur, güneş çarptı çarpacaktır. susuzdur, su vermek gerekir. ellerin, almiralda, onlar ne güzel, neden öyle kıpkızıl? sen de kim oluyorsun hem, neden kestin yolumu, niyedir bu çepeçevre alev çemberi?

yedi iri gri ölü domuz yolun karşısına geçiyor. romanın başını hatırla eduardo. yeri iri gri ölü domuz yolun karşısına geçiyordu. okur hiçbir şeyin farkında değil. yedi iri gri ölü domuz okura nanik yapıyor. yazar bıyık altından gülümsüyor. sen şaşkın mısın eduardo? bu domuzlar da nereden çıktı? merdivenlerden usulca iniyorsun. horultular dünyayı tutmuş. salonun duvarlarında maria callas çınlıyor. yedi iri gri ölü domuzdan sonuncusunun sol arka ayağının ucu da kadrajdan çıkıyor.

çürüyeceksin sen eduardo. ayakta. maria callas’ın sesinin kanatlarında çürüyeceğim mi diyorsun. peki. soralım yazara. sordum. öyle de olabilirmiş. ama şu var: çürüyeceksin. korkma, kurmaca bu. roman. nobel ödülü alacak bir roman ileride. ama şu var: çürüyeceksin.

yazar öyle uygun gördü. beklemeyi bilmek zordur, almiralda taş olmayı da bilmeyecek. kanayacak hep. kan olmayı sürdürecek. belki kararacak. biriniz kan, ötekiniz çürüntü. arada koskocaman, yaşanmayı başkalarına bahşetmiş, uçarı, ikinizden de habersizmiş gibi davranan, dünya umrunda olmayan dünya. tanrı’nın müziği keşfetmesi muhtemelen budur: kanın beklemeyi bilişi bilmeyişi. taş olurken de, olmayı bilmiyorken de kanın çağıltısından kutsal notalar doğar. zamanın zalimliğiyle kuntlaşan kederle, zamanın zaman içinde yüreğinin yufkalaşabileceğine duyulan çocuksu ümidin ortak tınısı. yazar öyle uygun gördü. yazar bu!

***

sözcüklerin ve ölü şeylerin bildiği kadarını biliyorum, ve bu, tıpkı iyi kurulmuş cümlelerdeki gibi, cesetlerin o uzun sonatındaki gibi, bir başı, bir ortası, bir de sonu olan, güzel, küçük bir toplam meydana getiriyor. ve ister şunu, ister bunu ya da başka bir şey söyleyeyim, gerçekten hiç önemi yok. söylemek, uydurmak demektir. doğru ya da yanlış. insan hiç bir şey uydurmaz, uydurduğunu, kaçıp kurtulduğunu sanır, oysa dersini gevelemekten, öğrenip unutulmuş bir düşüncenin kırıntılarını, üzerinde ağlayıp durduğumuz gözyaşsız yaşamı gevelemekten başka bir şey yapmaz. ondan sonrası bok.

kelimelerin uçurumuna düşeceğim, hayatımın yanıltıcı gölgeler ortasında geçeceği aklıma mı gelirdi?

joanes huzursuzdu, huysuzlanıp duruyordu. aksi gidiyordu birşeyler. akşamları her zamanki gibi alabildiğine zengin, zevkli, rengârenk meyve tabakları, mezeler, kuruyemişler, mandalina-nar suyu kokteylleri. kocanın sırtı pek dünyası. ufaklığın hayat dolu, nazlı cıvıltısı. ama annede bir başkalık. kabuğunu çatlatmış bir yavru kuzgunluk. okulda gününün nasıl geçtiğini sorarkenki ses tonunun insanın içini ısıtıp yatıştıran o bildikliğin yerinde yeller esişi. yürümeyi bile unutmuş gözüküyordu almiralda. uyurgezer gibi dolanıyor, oda kapılarına çarpıp duruyor, soruları dalgın tavırlarla geçiştiriyor, hı’larından, efendim’lerinden, anlayamadım’larından geçilmiyordu. o dolgun, kristal gülüşleri bile tuzla buz olmuş, suretinin mütemmim cüzü olan, onu almiralda kılan narin tebessümünden eser bile kalmamıştı. biteviye akıp duran, soluk, mavimsi gri ışıklı kelimelerden örülü kozasına çekilmiş, gününün en şen şakrak saatlerini bir bilgisayar ekranının başında sessiz sedasız, bitmek bilmez tıkırtılarla öğütmeye durmuştu. kelimelerin ilkyazında önceleri kendisiydi, bütün narinliği, zarafeti, tatlı yumuşaklığıyla kendisi. kabuğunu çatlatmaya durmuş bir almiralda. yıllarca kozasında büzülüp uyuşmuşluğunun soğuk ve ıslak pelerinini zarif bir hareketle omuzlarından sıyırıp atmaya çiçeklenmiş bir almiralda. kelimeleri birer kanada dönüştürecekti sonraları giderek, hepsi birbirlerinin içinden geçerek bütünleştiler, tüylendiler, teleklendiler, kahverengi-beyaz kalın çizgili bir çift kanada dönüştüler, bir parantica idi artık almiralda. buralarda nadir bulunan, handiyse hiç görülmemiş bir kelebek cinsi. yabancı iklimlerin bir canlısı. yoksul şövalye’ninki. varolmayan, ama izini kuytularda bırakan. insanları kelimeler gibi seven. budalaca.

almiralda bir parantica’ya dönüşmeden öncesinde kelimeler dünyanın portesine özene bezene yerleştirilmiş birer si, re, sol, do, la idiler. fa, mi idiler. si idiler, evet. bir sekizlik, bir dörtlük, çokça bir onaltılık. esler yok, diyezler, bemoller. kutsal sözlükte sadece birkaç basit, keskin baharatlı fiil: özlemek, düşlemek, düşünde görmek, vb. birkaç sıfat: yakıcı, ışıltılı, benzersiz, vb. sadece birkaç isim: ada, almiralda, eduardo. insanın genzini yakan, boğazında yumru olan, kötülüğe, tutsaklığa karşı yine de taze ekmek buğusu gibi sıcacık bir avuntu yaratan tek bir zaman zarfı: şimdilik. “ve” bağlacını kullanmıyorlardı, bağlı olmak için bir bağlaca ihtiyaç yoktu, bağlı değillerdi zaten, tektiler, birdiler. almiralda ve eduardo… ı’ıh, ale, kısaca ale. eski çağlardan kalma ölü bir dilin sözlüğündeki anlamı da güzeldi bu ismin: kapkaraydı, altınımsı, kehribar, güneşli bir sıvı üreten kapkara bir meyve. hayır hayır, hemen kütüphanelerinize yönelmeyin, durun, yok sizin sözlüklerinizde böyle bir kelime, belki vardır da unutmuşsunuzdur, ihmal etmişsinizdir, anlamını yitirmiştir, görseniz bir anlam veremezsiniz ona. almiralda ve eduardo içinse çifte anlamı vardı: varolmak ve biz olmak. almiralda bir parantica’ya dönüşürken usulca gözden yitip gitti bu kelime, kurudu toprağı, susuzluktan çatladı. kitap kurtları musallat oldu, yenik içinde kaldı kutsal sözlük. pikap yere düştü nasıl olduysa işte, kaza belki, ya da dikkatsizlik, dikkati dağılmışlık, dağılmışlık. lut gitarlar, klavsenler, obualar sustu. si’ler, re’ler dünyanın porte çizgilerinden aşağılara, nota defterinin alt kenarından düşerek boşluğa, zifiri karanlığına boşluğun, saçıldılar. artık bir “ve” mi vardı? ayrının, uzağın, parçalanışın, tekrar iki olmanın ve’si? zaman zarfı yerini başka bir zarfa mı bırakacaktı, “hiçbir zaman”a? hiçbir zaman diye bir zaman olabilir miydi, böyle bir zamanın zarfı olabilir miydi? kelimeler, kelimeler, kelimeler… yanıltıcı, saptırıcı, hakikatin yerine geçme küstahlığı gösteren kelimeler…

eduardo, azıcık anlaşılmak istemişti. gürültü koparmaksızın, usulca, bir tüy gibi, havada güneşin ışınlarına yakalanmış toz zerrecikleri gibi anlaşılmak. bu yeterliydi. bunun için kelimelere gerek yoktu. hiç yoktu. bir öncesinde aynı kuşaktan bir yazarın ağaçlarına, tembel kaplumbağasının adım seslerine, göletinin sessiz kıpırtılarına sığınmıştım. “artık” sığınacağım bir yer de yok. ağaçlar geride kaldılar. tembel kaplumbağa geride kaldı. göletin sessiz kıpırtısı geride kaldı. öyle ileri gittim ki herşey geride kaldı. öyle ileri gittim ki kimse kalmadı… öyle ileri gittim ki kendim de geride kaldım… öyle ileri gittim ki kendim de geride kaldı… yüzeydeki yanıltıcı görüntünün ardına geçebilmek, alttakinin çağıldayışını hissedebilmek, görünmeyen yaranın merheminin bazen sadece anlayabilmek ve anlayabildiğini anlatabilmek olduğunu bilmek… işte şefkat belki de bundan ibarettir ve ben-eduardo, tek istediğim bu muydu? anlaşılmak, şefkatin ta kendisi miydi? eduardo, pikaba haendel koydu. sarabande. görüntüler hızla birbirlerinin içinden geçmeye başladılar. anlaşılmaz bir telaşla. ikibuçuk yılımı silemiyorum almiralda. silemem. silemem… kim silebilir ki… benimki dağkekikli, kara zeytinli, akdeniz limonlu, zorlu, özlem yüklü, büyülü bir ikibuçuk yıldı. bir dağ keçisi, bir yaban sığırı olmayı dilerdim. ölüme ve aşka ilişkin bilinç halim olmazdı… ceset nedir bilmezdim, çürümüşlük, kokuşmuşluk nedir. kelimelerin ve cansızların bilgisini bilmezdim, ne başı, ne ortası, ne de sonu olan, küçük, güzel bir toplamdan haberim bile olmazdı. uydurmazdım hiçbir şey, uydurduğumu sanmazdım. kaçmak ve kurtulmak nedir, ölmek, ölmeden ölmek, ölerek ölmek, hayvansı aklıma gelmezdi bile. kelimelerin uçurumuyla işim olmazdı, esintili, kayalık, sarp yamaçlarda hoplayıp zıplar ya da eşinir dururdum, sadece karnım acıkır, karnımı doyururdum, susar, su arardım habire. ne kendi gölgemi, ne zeytin ağaçlarının narin gölgelerini adlandırarak mesele yapardım. ne de yanılgının, yenilginin kucağında kavrularak geçip giderdi hayat. eduardo bağırmak istedi, yankılansın istedi sesi, karabasanlardaki gibi oldu ama, duymadı, kimse duymadı, almiralda duymadı: kendini koru almiralda. kendini koru. uğruna herşeye karşı çıkmak için çırpındığım ruhunu ve o ruhun içinde dolandığı, hiçbir zaman benim olamamış bedenini koru. öpemediğim göğsünü koru. kendini koru.

***

bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
gerisi sadece gök ve toprak.

eğilip büküldüğünü mü, yokolup gittiğini mi, yoksa biryerlerde saklanıyor olup bize muziplik yaptığını mı bir türlü bilemediğimiz şu “zaman”… eduardo bir adım atmak zorundaydı. bunun için vakti yoktu, atmalıydı, atmaya zorlanıyordu. attı. hangi adımı atarsa atsın yanlış, geridönüşsüz, trajik olacaktı. bu adımı atmaya almiralda’nın attığı adım zorluyordu onu. o kadar beklemiş, eduardo onca gönül çelici, yürek okşayıcı, alev alev yanan kelimelerin ötesine geçememişti. erkeğinsem bir masal kahramanı gibi olmazları olur kılabilmeliydim değil mi, parmağımı şaklatmam yeterdi bunun için. kadınımsan kadının olduğumu hissetmem yetmez, yaşamalıydım bunu. o koca gitti gider. işte, gitti gider. joanes’in artık zararı dokunamaz. ama yok, bunların bir anlamı yok artık. çizdim seni. o güzel, buğulu sesini unutmasam yeter. bundan sonrası bana ait eduardo. ben seni onca bekledim, bu muydu almiralda? joanes neyin bahanesiydi? koca neyin? ihanet nedir? bir başkası mıdır ille? bir gün o da olacak. ergeç ihanet edeceksin, eninde sonunda. erkeğinsem beklemesini bilirdin. almiralda’nın eduardo’yu atmaya zorladığı adım, her ikisinin de istediğinin aksine, eduardo’ya atmak istemediği adımı attıracaktı. hep aynı cümleleri yazıyor yazar. tıkandı, besbelli. almiralda, tek başına bir yolculuğa çıkmaya itekliyordu eduardo’yu. iki adım da boşa çıkacaktı. ne almiralda, ne sasha. eduardo, herşeyi, bütün bu hikâyeyi, dili, kelimeleri, heybesindeki bütün o canalıcı, parıltılı, hüzünlü, neşeli şeyleri çamurlu çizmeleriyle birlikte oracığa bırakarak, hiçbir fazlalığa gerek duymayacak bir yolculuğa selam durmak istedi. ölü kocayı, inatçı hayalet joanes’i, almiralda’yı, bir masumiyetin keder yüklü rüzgarıyla katılmış kalmış, büyük yürekli sasha’yı ve gitar çalan çocuğu ve kediyi.

…işte o zaman diyeceğim ki “geç kaldınız! geç kaldınız!”

ölümün en güzel eserin olacak eduardo… ofiste kan ter içinde işleri yetiştirmeye çabalarken bir yandan ne yapacağımı düşünüyordum. hayır, sakince değil elbet. öfke, dizginsiz bir düşkırıklığı, yolun sonuna gelmişlik duygusunun acıyla karışık yatıştırıcılığı, isyan ve kırıp dökme isteği, ne ararsanız vardı içimde. günlerce kıvrandım, hep “son mektup”lar yazdım durdum almiralda’ya, her son mektup bir sonrakini tetikledi, her son mektup bir öncekini yırttı, son mektupların üslubu haşin bir kızgınlıktan acınası bir düşkünlüğe, incinmişliğin keskinleştirdiği kararlılıktan almiralda tutkusunun hiç sönmeyecek gözüken yangınına, bir sarkaç gibi salınıp durdu. arkadaşlarımdan bazılarına vedalar ettim, parçalarımı toplayamayacak kadar fazla parçalandığımı belirterek. hiçbirine anlatamazdım açık açık hiçbir şeyi, can atsam da anlatmak, anlatabilmek, böylelikle ruhumu biraz olsun acıdan arındırabilmek, yükümün sırtımda büyüttüğü yaranın mikrop kapmasını önleyebilmek adına, tek kelime etmek imkansızdı benim için. şefkatli ama yarı acıyan, yarı bıyık altından gülen bir ilgiyle dinlerler, ancak hak vermezlerdi acıma. kimisi hak vermese de bunu benim iyiliğim için belli etmek istemez, nazikçe, hissettirmemeye çalışarak aksini telkine kalkışırdı. kırdım kalbini sonuna kadar almiralda’nın, aynı günün çıldırmışlığında yazdığım son mektuplardan birinde, beni terketmesini kolaylaştırarak, ona bunun makul gözüken gerekçesini altın tepside sunarak belki de içten içe ona bir haklılık payesi armağan etmek istiyordum, ne olacaksa sertçe, bir anda olup bitsin, giyotin kafamı ölçülemeyecek kadar kısa bir anda sepete düşürsün istiyordum. eduardo toreadorun sapladığı mızrağın acısının dehşetiyle kıvranırken verdi kararını: hemen şimdi değil. öylesi çok basit. çok alçaltıcı ve sefilce olur. ölümüm bir sanat eseri gibi estetik, zarif, incelikli olacak. hem şekli, hem zamanlaması. çeşitli insan dillerine çevrilecek. alkışlanacak. ödüller alacak. almiralda’yla bizi ayıran zamanın gaddarlığı, yerini anıları, yaşanmışlıkları ve yaşanamamışlıkları yıllandıkça tatlanan, lezzeti derinleşen bir şaraba çevirerek mahzeninde uyutan başka bir zamanın anlayışlı babacanlığına bırakacak. bunu almiralda’ya doğumgününde vereceğim sürpriz armağanla sağlayacağım. sonra bir telefon. açılmayan, açılmayacak bir telefon.

bu bir süreç olacak benim için, sancılı, bir o kadar da dingin bir süreç. kendinden önceki ve sonraki anlardan pek öyle aman aman farkı olmayan rastgele bir an değil. kraliçenin taç takma töreni. nedimeler, halk, borazan takımı. ve taç. ışıl ışıl. kraliçenin şanına yakışır bir taç. kurbağayı bir türlü öpememiş prenses, kraliçe olacak aşkın kutsal imparatorluk topraklarına. kurbağa yollara düşecek. ardında gök ve toprak. kurbağa bir sihirli değnekle puff.

…işte o zaman diyeceğim ki…

***

iki şişe agavlı meksika birasıyla geldi eve. biri siyah. fermente alkolle çabucak sarhoş olur, çoğunlukla uyku basardı öyle olunca da. sasha o gece son derece munis, anlayışlı ve şefkatliydi. eduardo’nun elinde şişeler kırmızı görmüş boğaya çeviriyordu ne zamandır, andalucialı, ateşçiçeği tonundaki kederiyle hemhal olmuş sasha’yı. salondaki televizyondan yansıyan boğuk sese çarptı eduardo’nun dalgın zihni, merdivenleri tırmanırken. tutuksuz yargılanan emekli bir general, uçaklardan okyanusun derinliklerine atılan kurbanlardan sözediyordu fütursuz, pervasız, dahası alaycı bir üslup ve tonda. kafayı üşütmüş numarası çekiyordu konuşurken, bir yandan çekinmeksizin doğruluğu apaçık gerçekleri bir bir dile getirirken aralara saçmalığı ya da gerçekdışılığı apaçık lakırdılar sokuşturuyor, böylelikle dile getirmekten çekinmez gözüktüğü gerçeklerin de hemen o anda çürüğe çıkacağını hesapladığı belli oluyordu anlayana. latin amerika’nın faşist generaller güruhu, astıkları astık kestikleri kestik bir dünyanın yıkılmakta olduğu bu yeni zamanlarda, kurdun dumanlı havayı sevdiği bu gri dönemlerde, kuyruğu kaptırmış leoparlara benziyordu. sasha’nın diriliğini yitirmeye yüz tutmuş, derisi incelmiş, olsun, halâ ve halâ çok sevdiği memelerinin arasına gömdü kafasını. yorganı atmışlardı üzerlerinden. lahana gibi kat kat giyinip yatardı sasha çokçası, orası burası ağrır, yatağın ta ucuna çekilir, bacaklarını yorganın dışında tutardı ve sevilmek isterdi gene de, sevilirdi de içten içe kalple ve atardamarla ama bundan çoğunlukla pek haberi olmazdı bile. gecenin tekinsiz lâciverdi yorganın yerini almıştı işte o gece. açıktı pencere üstelik, kıştı, yine de aralıktı pencere. alışılmışın dışında sasha değil de eduardo’nun daralıp açacağı tutmuştu pencereyi. o sırada nasıl olduysa, ayazlı bir kış gecesi üstelik, bir kelebekçik, bir parantica süzüldü içeriye. bundan sonrası masalsı, tuhaf. bir karadula dönüştü kelebekçik. aynı anda sasha da bir karadul olup çıktı. eduardo iki karadulun arasında, ne yapacağını bilemez halde kaskatı kesildi. kelebek ve sasha, gecenin yorganının altında bedenini kıpırdatamaz hale gelen eduardo’nun icabına baktılar.

sonra, unutulmuş bir kıyıda sasha azametli, vahşi bir timsaha, kelebekçikse iri olmasına iri fakat endamlı, zarif bir kıvraklıkla kımıldayan bir pitona dönüştü. bitmek bilmez görünse de göz açıp kapayana kadar ancak süren dövüşün sonunda timsah yılanı yuttu ve çatladı. av avcı, avcı avdı ve avlanış avı ve avcıyı, avcıyı ve avı birbirlerinin değil kendilerinin kurbanı kıldı.

gözlerini hafifçe açtı eduardo, gecenin yorganını üzerinden sıyırarak merdivenlere yöneldi, emekli generalin boğuk, çatlak, gevrek ve tuzlu sesi kesilmemişti daha.

***

…sessizliği bölen hiçbir şey yoktu sanki. hiçbir şey. kimse göğe bakmayı akıl edemiyordu o anda.

sıkı yazarlar silgi sever. safraları atar, anıştırma, eğretileme, düzdeğişmece ve diğer birçok taktiği bol keseden sergilemez, azın zor olduğunu bilir, zordan hoşlanır, asıl konuşanın geveze kelimeler değil, bilge kelime araları olduğunu bize ustalıkla yaşatırlar. almiralda son darbeyi vurmuştu. kısa, kalın, öldürücü son darbe. son akşam, dereye yukarıdan bakan sedire sırtüstü uzanmış “zehirli tavşan” ile “mırıldandığım öyküler”i okuyorken (kitapları bazen paralel okurum) gökyüzünde bir tuhaflık hissettim, bir kartpostal estetiği: üç yanımı çeviren kiraz, ceviz, dut ve çınar ile derenin karşı kıyısındaki yaşlı çınar dal dala vermiş, gökte kalp şeklinde bir lego üretmişlerdi. sildim bu cümleyi, hikâye için son derece gereksizdi. yaşananın gerçeği, kurmacada çoğu zaman eğreti, yapay, sahte, fazla durur. ama sıkı bir yazar olmadığımdan, cümle sızdı hikâyeye bir şekilde. neyse ki katil kim, bilmiyorsun halâ. hoş, bilsen ne olacak.

ha, unutmadan: bu romandaki alıntıların kaynaklarını (ve bir de uzatmaların ve insafsız boşlukların) sen bulacaksın –merak edersen eğer–, yağma yok. gerçi ne gerek var buna, zaten her kitap kocaman, yekpare bir alıntıdan ibarettir. hem kendi satırları bittiğinde başka yerlerde, bir başka kitabın içinde bir yerlerde, sokak seslerinin birbirine karışmışlığında, uzak arabaların uğultularında, gece yolculuklarının hüzünlü düşüncelerinde ve içinde gözükmeyen epigraflarda devam eder iyiyse bir kitap, son sayfayı da okuyup bitirdiğinde kapanmaz kapağı. iyi bir okursan tabii, kitap iyi bir okur olduğunu hissederse.

şimdi, salonunun en sevdiğin köşesine git, duyayım terliklerinin döşemede çıkardığı sesi, sadece bunu duyayım, başka ses istemiyorum, müzik dolabının raflarında ne istediğini bilir bir şekilde dolaşır gibi yapacakken, uzanabildiği herhangi bir yerde duraklasın elin, kararlı bir hareketle çekip çıkarsın raftan bir plağı. sen halâ plaklarla haşır neşirsin biliyorum, ancak sahaf dükkanlarında rastlanabilecek, ciltleri eprimiş, tozdan görünmez olmuş, tuhaflığına, ayrıksılığına garanti veremeyeceğim kitaplarla olduğu gibi. öyle olmasa, varsa da bir sürükleyiciliği, bunu hiç de genelgeçer sürükleyicilik, rahat okunabilirlik ölçütlerinden almayan, tuhaflığı belki bundan ileri gelen kitabı da okumaya tenezzül etmezdin, nedir bu upuzun, karmaşık cümleler, bu olay örgüsüzlüğü, ne yaptığını bilen yazarlarınkiler dışında bir romana yük olabilecek şiirsellik. neyse neyse, elindeki plakta “puccini, tosca” yazıyor. pikabın iğnesini üçüncü oyuğa yerleştiriyorsun: “vissi d’arte, vissi d’amore”. sonra başka bir plak, “verdi, il trovatore”, kaçıncı oyuğa tutundu iğne, göremedim: “d’amor sull’ali rosee”. sonra bir başkası: “mascagni, l’amico fritz: ed anche beppe amo”. sonra başkası. eduardo’nun, aynı anda da uzaklarda almiralda’nın dinlediği plakları koyduruyor kitap sana. bakılması hep unutulan, oysa pencerelerden gizlice süzülüp çok şeyi, hem de düpedüz, eğretilemelere, anıştırmalara, düzdeğişmecelere ve diğer birçok söz sanatına itibar etmeden, nötr, serin, bir katil soğukkanlılığıyla ama aynı zamanda bir şair inceliğiyle anlatabilecek bir gök. kimsenin başkasının hikâyesini içeriden okuyamadığı çatılar altında değil sadece, uçsuz bucaksız bir kırın tam ortasında, kendini o acımasız ve sağır çatılardan birinin altında bırakma hamhayalinle birlikte seni oraya taşıyan neyse ne, başını kaldırdığında, ağaç dalları arasından da olsa görebileceğin de bir gök. herkesin ve hiç kimsenin göğü. seni anladığını, anlamak ne demekse, ya da şefkat demekse işte, seni anladığını düşündüğünde içinin dalga dalga ısındığını, tam da bu yüzden onsuz yapamayacağını, mezarda kemiklerinizin bile sevişeceğini hayal ettiğin almiralda’nın, bütün dünyayı boyamak, ondan uzaklığın kederini de, onun büyüleyici sesini bellibelirsiz işitmenin sevincini de, ne kadar insanı insan, dünyayı dünya, hayatı hayat yapan şey varsa tümünü daha da gözalıcı kılmak üzere senin bütün kelimelerinden taşıp durmuş mavisiyle parıldayan bir gök. uzunluklarını kelime sayısından değil, insanı sakinleştirmese bile sahicileştiren iç yolculukların upuzunluklarından ödünç alan cümleler. olmazsa olmaz bir fincan koyu, şekersiz kahve. adet olduğu üzre çöp arabası. işe koşuşturan gündelikçi kadınlar. köşebaşı orospularının, kaba, grotesk görüntülerinin ardına aşağılanmayla karışık iğfalin hüznünü ustaca saklayan travestilerin asfalta sinmiş imitasyon kokuları. geceden sızıp kalmış ayyaşlar. kirli ayak parmakları, almiralda’nın eduardo’yu terkettiği, ya da kimilerinizin ne yazık ki yüzeysel bir algıyla bunu böyle sandığı bir okuma seansıyla geçirilen gecenin ayazında donayazmış düşkünler. faşist diktatörün güvercin boklu heykeline vurmaktan sıkılmış sabah güneşi. böyle şeyler işte.

(*) devamı var.

O BİR

Nisan 30, 2012

bir ülkenin kaldırımları en fazla iki yıl yaşayabiliyorsa o ülkede medeniyetin zerresi yoktur.
***
aşk ve gurur: neden salınırız ikisinin arasında ve bu salınımın şiddeti niye bu kadar fazladır?
***
bazen “değmez” demeye bile değmez!
***
kafasının uçurulduğunun farkında olmayan tavuk gibiyim.
***
bi zamanlar eskorttu, şimdi köşebaşı orospusu… kendini öyle hissedebiliyor insan, yarı-işsiz (bardağın dolu tarafından: yarı-işli) reklam yazarı olunca.
***
hayatımı çaldırdım parça parça. hırsızların hiç [mi] suçu yok!
***
beynimi resetleyebilsem…
***
farklı çağ, dönem ve zamanlarda yaşıyoruzdur da aynı çağ, dönem ve zamanda yaşıyor olduğumuzu varsayarız hepimiz. trajikomedi bundan doğar.
***
yoruldum diyorum, kimse duymuyor. yoruldum’un türkçesi “yoruldum” değil midir? ille kıpırtısız kalmam mı gerekiyor?
***
toplumunu zehirleyen insanlar… insanını zehirleyen toplumlar… yok mu ikisinin ortası?
***
o bir dikendir, diken sanırsın / kanadın sanırsın
kanarsın / yine kanadın sanırsın
o bir cevaptır ve cevap diye birşey yoktur
o bir soru olmalıdır / ve cevaplayamamalıydım dersin
o bir soruydu ve cevaplayamazdın zaten
vardım sanırsın / varım sanırsın / birim sanırsın
yaşarsın / sabah olur / akşam olur / yaşarsın
cevaplanamaz sorularla yaşarsın da yaşarsın
o bir bulmacadır / eğlenceli ve kazık
o bir bulmamacadır / kendini bulamazsın
durmadan eksilir eksilir bin parça kalırsın
bir parçadan bin parça olmak eksilmektir
artmak aslında eksilmektir
o bir cebirdir / denklemlerle başın hoş değildir
ikmale kalırsın / ikmal yolları tıkalıdır
yol türkülerinin de yoktur faydası
kanarsın / kanarsın yine kanadın sanırsın
kolun kanadın yoluktur / uçarım sanırsın
“o bir gölgedir / varlık sanırsın”
o bir gurbettir / döndüm sanırsın

(*) şuraya gidin.

100311-110311

Mart 12, 2012

hadi anlat deseler anlatamam
bir yere gidiyorken cayıp bir başka yere gitmeyi,
pek mutlu değillerdir ama
hayatlarındaki son hatıra
keskin hamlenin şimşeği
ve boydan boya yaran bıçak olanlar*

tuzun sesi yoktur içe işler bir ince
mıknatıs kalbi var zanneder gece gündüz
bir karga beyhude bakınır çaput korkuluğuna,
benzetip durur insan kendini insan olanda
eğilen ağaca, düşen çığa, kuru dereye –bileği
ah işte böyle bükülür kalır çarnaçar

bir yağmurun ölümü toprağın da ölümüdür
hadi anlat deseler anlatamam
caydığın yerdeki dikenli bitkileri,
üç kelimeyi zor sığdırır son satıra
hatırayı titreştiren sesiyle uçuçböceği
kapısı kapanır bu şiirin de böyle apar topar

(*) ilk iki mısra: edip cansever, “sonrası kalır, c. ıı [bütün şiirleri]”, yky yayınları, 2011, s. 143; sonraki dört mısra: borges’in “milonga de calandria” adlı şiirinden.

HİKÂYE İÇİNDE HİKÂYE

Şubat 6, 2012

hareket ve madde: biri ötekisiz olamayan iki şey. bir tohum olarak ana rahmine düşüşünden toprak altında çürüyerek börtü böceğin besinine dönüştüğün döneme, çokkatmanlı bir hareketler silsilesi içinde devinip durmaktan öte neydin ki? bir düşün: öngörülemeyecek kadar karmaşık ve bir o kadar da basit ve belli, bununla birlikte disiplindışı ve yola yordama gelmez, biricikliğiyle sıradanlığı içiçe, zilyon tane gündelik fiziksel hareket; bulunduğun noktadan bir başka noktaya, bir yerden başka bir yere, bir coğrafyadan başka coğrafyaya doğru kısalı uzunlu mesafeler katediş; bunun bazen bir taşıt içinde vuku bulması ve böylelikle içiçe geçen bir çifte hareketlilik durumu (örneğin bir trende arka vagonlara doğru yürümek); üzerinde hareket ettiğin dünyanın kendi etrafında dönerken bir yandan da güneşi odağına alan yörüngesel dönüşü; güneşin hareketliliği; samanyolunun galaktik uzaydaki sürüklenişi; bildiğimiz evrenin belki de olası bir üst-evren içindeki yolculuğu… bitmedi, bir de mikroevreni, atomları, atomaltı parçacıkları düşün: bu saydıklarımı sonsuz küçüğe doğru sırala! bitmedi, bütün bunlar uzamsal hareketler; ya zaman boyutu? bitmedi, ya iç dünyadaki hareketlilik, duyguların, düşüncelerin akışı? –duygu ve düşünceleri maddesel evrenin dışında varsaymadığım için işin içine kattım. şimdi bütün bu farklı düzlemlerdeki katmanları örtüştür, ne göreceksin? görmeni kolaylaştırmak için şöyle yapalım: hareketleri çizgisel bir görselliğe indirgeyelim. ama üçboyutlu olsun, yani uzay geometrisini kullanalım. uf, muhteşem bir manzara! ama bu manzaranın keyfini çıkarabilmek için ömür yetmez, hiç yetmez, çünkü bir yandan sürüyordur hareketler silsilesi, manzara hiçbir zaman tamamlanamayacak, nihayete eremeyecektir ki. önce ikiye, sonra dörde, sonra sekize bölünmen gerekir ve bu geometrik bölünüş de sürüp gider.

madde ve ses: biri ötekisiz olamayan iki şey daha! itiraz ettiğini duyar gibiyim, ya sessizlere, sesi olmayanlara, çıt çıkarmayanlara ne demeli, değil mi? hayır hayır, böyleleri yok, madde varsa ses de onunla birlikte var. mutlak sessizlik bir varsayımdan ibaret. ya da yalnızca metakozmik bir durumdur olsa olsa. kâinattaki her sesin kozmik kaydının tutulduğu inancımı seviyorum. bu inanç bana tuhaf bir biçimde huzur veriyor. peki bütün boyaları karıştırınca siyahımsı garip bir boya elde ettiğinde olduğu gibi kâinatın gelmiş geçmiş ve gelecekteki bütün sesleri üstüste bindiğinde de sonuç kakofonik midir, yoksa bu bizim hüsnükuruntumuz mu yalnızca? neden herşeyi kendi algı, duyu, duygu ve düşünce evrenimizin yapısal mantığı, sınırları ve kısıtları içinde değerlendirmek gibi benmerkezci, insanmerkezci, gülünç bir tutum sergileriz ki? neyse, harekete ilişkin örüntümüzü sese de uygulayalım haydi. uzam ve zaman içindeki bütün sesleri bir bütünlük içinde icra eden bir kozmik orkestra kuralım. hiç bitmeyen bir konser versin bize. ama yine bocalayacağız; yine önce ikiye, sonra dörde, sonra sekize bölüneceğiz ve bu da sonsuz küçüğe doğru sürüp gidecek.

madde ve koku… madde ve form… madde ve hacim… madde ve tepki… istesem daha sayarım…

maddenin hareket hali, ses hali, renk hali, koku hali, form hali, hacimselliği, tepkiselliği, katı/sıvı/gaz/plazma hali, şu hali, bu hali… peki onun yalın hali nedir? bütün bu hallerden sıyrılmış, özgürleşmiş, özerkleşmiş hali? peki yaşıyorluk ile ölmüşlük hallerini maddeden sıyırabilir miyiz? hayatöncesi ile ölümsonrasını birbirinden farklı kılan nedir, ilkinde maddenin mutlak yokluğu sözkonusu iken ikincisinde geçmişte varolmuş olmanın, hatıra objesi oluşun yokluğun mutlaklığına halel getirmişliği midir bunları birbirinden farklı kılan? madde yalnızca bu iki dönemde mi –mutlak ya da değil– yoktur? maddenin yalın hali ile yokluğu arasındaki fark nedir? olabilirliği, varolabilirlik ihtimali midir maddenin yalın hali?

ya uzam ve zaman da bizim bir tasavvurumuzdan başka şey değilse? hallerini filan geç, madde diye birşey de yoksa ya? birinin düşündeki şeylersek biz, dünya, evren? ergeç uyanacak, sonra puff!

yeni birşey söylemiş değilim, farkındayım. bu son söylediğim söylenegeldi zaten, filmleri yapıldı, romanları yazıldı. iyi de ya ben o filmler, o romanlar, o kitaplar daha yokken bunu söylemişsem? kendime söylemişsem? söylendi diye ağzımı açamayacak mıyım? söylendi diye bir daha söyleyemeyecek miyim? derler ki: söylenmiş olanı farklı, özgün, alışılmadık, daha nitelikli, daha diri bir şekilde söyleyebiliyor musun? ahah, lafı yaratıcılığa getireceğimi sanıyorsan yanılıyorsun! hepimizin sözleri yazılı kâinatın kitabında, o kitabın o sayfasını açıp o satırı bulabiliyor musun? sen bir işçisin, uyanık bir işçisin işte onu yapabiliyorsan. yaratıcıymışsın, hıh! keşfetmek, gizli olanı, yazılı olanı bulmak yaratıcılıksa eh peki.

evet. var. sen göreceksin. sen bulacaksın. algı imkânlarını, “görme”ni, “duyma”nı ve diğer algı yordamlarını kimselerin yapamadığı özgüllükte bir bireşime büründürmeyi başarabilirsen işte bak: madde var. manâ var. duyu organların, beynin, bedenin, derin, zihnin, ruhun: toplam mısın sen? bileşim misin? nesin? karar ver. sonra eyleme geç. madde ve manânın yalın hali: kâinat. ta kendisi kâinatın. bütün bu karmaşa, bütün bu kaos, bütün bu düzenlilik, bütün bu kaos içinde düzen, düzen içinde kaos: uçsuz bucaksız bir yalınlık. bir “var”lık. senin “göz”ün, “görme”n, bu “var”lığı senin için farkedilir kılmaktan öte bir işlev taşımıyor. kâşif ol. olursan kâinat sana yalın halin harikulâde güzelliğinin bir suretini sunuyor. senin çerçevene sığabilecek kadarını bu suretin de.

olsun! yeter. yokluğu, “yok”luğu bir potansiyel olarak içinde taşıyan bir “var”lık mı bu, asla bilemeyecek olsan da, olsun. hareket, ses, renk, koku, form, hacimsellik, doku, vb vb vb denizi içinde kaybol. tadını çıkar yalın halin bütün bu öyküsellik boyutlarının.

hikâye senin hikâyendir demeyeceğim. hikâyen, sensin. yalınlığın içine karışıncaya, hikâyeyi anlatan metakozmosun hikâyesinde eriyinceye kadar bu böyle.

DASEİN HÜSEYİN’İN SEKSEN GÜNDE DEVRİALEMİ

Ocak 6, 2012

yedinci yılına girdi bir tarafımın şu siber dünyaya aitliği. evet, bir tarafım yalnızca. biri “gerçek” (!) hayattaki kendim: bir ad ve soyad, bir vatandaşlık numarası, bir aidiyetler silsilesinin onmaz tutsağı, toplumsal roller bileşkesinin ayaklı hali, yapıp etmelerin kapıp koyverdiği yürüyen gölge, bay bilmemkim; ötekisi siber varlığım: ikiboyutlu gözüken bir sıfırlar-birler dünyasında, soluk sepyalar, grinin grisi, kurşuni gölge gölgeleri, maske üzerine maske geçirilmesi zaruri kılınmış bir distopya simülatöründe gönüllü denek/köle/tutsak; bir de berikisi ve benliğimin hakiki tezahürü diyebileceğim, dasein’ın, “orada-oluş”un sorumluluk yükünün ağırlığıyla beli bükülmüş, “özgürlük mahkumiyeti”yle gözleri kararmış, bütün kafesleri parçalayabilme dirayetine sahipken göğüs kafesine gıkını çıkaramayan kavkakuşu örneği en az üç parçam var ve bu parçaların toplamından ibaret olmadığım gibi bu bir kişilik bölünmesi olarak da değerlendirilemez elbette. bazı insanlar kendilerinin bilincine vardıkları ilk andan itibaren bir varoluşsal amaçla bütünleştirirler kendilerini. kendisi olmak/kendinin olmak yolunda verilmiş hayati söz, atılmış hayati adım, seçilmiş doğru yoldur o. ben de onlardandım işte, kendimi bildim bileli dünyanın gailesine, hayatın başkalarınca -bu başkaları ailen olabilir, sistem olabilir, şu olabilir bu olabilir- belirlenmiş, sıkısıkıya çizilmiş rotasına aldırmaksızın yürümeye çalıştım varoluşsal yolumda. tökezledim, raydan çıktım, devrildim, yaralandım, berelendim, kendimi yitirdiğim oldu çok, zaman zaman yolu kaybeder gibi oldum, ama işte yol, işte yürüyen adam. kör topal, sersem sepelek, farketmez. onca mevsim, onca yıl, kar kıyamet, yağmur çamur demeden yürümeye çalışmanın da bir bedeli var, herşeyin olduğu gibi. parçalandığında parçalarını toplasan bile eksilebiliyorsun, bir parçanın artık şekilsizleşecek kadar aşındığını, hatta belki de yokolduğunu, “yok” olduğunu görebiliyorsun. bedel belki de bundan ibaret, ama adı üzerinde: “bedel”. yani ödemenin kaçınılmaz olduğu şey.

neyse, uzatmayalım, yolumda kendi halimde yürümeye çabalarken, karşıma çıkan bu siber dünyaya kayıtsız kalamadım. hayatın ritmi beni de kıskaçlarıyla kavrayıverince, koşullu teslim oldum: dışarıdaki hayata öyle çok da vefasızlık etmeden, yanlışlıkla “sanal” denen bu  siber hayata dahlimi kabullendim. burası dışarıdaki hayattan çok daha acımasız, çok daha vahşi, öğütücü, tüketici ve entrika doluymuş, önceleri bilemedim. her yeni şey, yeniliğinin, alışılmamışlığının cazibesiyle çıkagelir ya, öyle oldu. sallandım, yuvarlandım, boka battım, debelendim, tırmandım, çıktım. tekrar sallandım, yuvarlandım, boka battım, debelendim, tırmandım, çıktım. komedileşen trajediye bulandım, cebelleştim, altta kaldım, yassıldım, yamuldum, kendimi tanıyamaz hale geldim, sorular sordum kendime, cevaplar bulamadım. cevaplar bulmak için mi sormuştum, hayır, ayakta kalabilmek için sorular sormak gerekir, onun içindi. doğru soruyu sorabilmek, doğru ya da yanlış bir cevap bulmaktan çok daha zor ve gereklidir. şimdilerde, aşınan, eksilen, yokolan bütün parçalarımın hesabını kendime verip, kara esvabımdan sıyrılıp, hafifledim belki de. bilmiyorum, öyle sanıyorum, öyle tasavvur ediyorum kendimi, o halde görmek, bulmak istiyorum. karalara bürünmeyi bıraktım, evet, kendim karayım şimdi. derim kara artık, giysilerim değil. ece ayhan’ın karaşın çocuklar sınıfının arka değilse bile arkaya yakın sıralarından birinde, boş beyaz kağıdım, kalemim ve ondan da önemli olan silgimleyim. varoluşsal amacımı gerçekleştirme yolunda yürürken bir yandan beni tökezletip sendeleten, gücümü dağıtan, bununla kalmayıp beni neredeyse benden alan bir tür hades diyarıyken burası, öte yandan da, bununla tamamen çelişircesine dışarıdaki üçboyutlu cehennemin kavurucu alevlerinden beni nisbeten koruyan, aslında korur gibi yapan bir tür “non-area area”ydı. heideggeryen “varlığın evi”nde rahatça dolanabildiğim, kendimi gerçekleştirme, hayata manâ atfetme ve böylelikle “orada-oluş”un ağır, verili sorumluluğuyla başedebilme çabasıyla ve bu suretle  “varlık”tan “özne”ye terfi etme telâşıyla hemhal olduğum bir zamansallık icra yeri, içinde devindiğim habitatın ikiboyutlu yansısı. bir simülasyon odası.

belli değil –ya da çok belli: quo vadis, insanlık? bu çılgın, aldatıcı görkemiyle bu yaldızlı, parıltılı serüvenin sonu parlak gözükmüyor. bizler de sürükleniyoruz işte ve kimimiz direnmeye, kendi manâsını, tavrını, tutumunu, itiraz gücünü, umarsız çığlığını, onu o yapan dilini yitirmemeye çalışıyor. tasavvuru ve tahayyülü imkansız uçsuz bucaksızlığıyla kâinatta kendinde bir önem vehmetmenin canlı örneklerinden başka birşey olmayan bizler, yalnızca şu majör hakikatin ölüm denen yüzünün bilinciyle belki şereflenmişiz, başka da bir incimiz yok çıkardığımız, bu bilinemezlik ummanından işte. ölüm, olanca karanlığıyla ışıtıyor ortalığı, onsuz yapamazdık, yapamayız, manâyı veren o. anomiden, amorfiden, kaosun ürkütücü derinliğinden çekip çıkardığımız ve adını dil koyduğumuz şeyi evimiz kıldığımızda, eninde sonunda bacadan girecek olan noel baba o. girecek ve salonumuzun en mutena köşesindeki çamın dibine hediyesini bırakacak: kendini.

o zamana kadar işte böyle eğleyip duracağız kendimizi, eğleyip duracağım kendimi. kâh kendi “hakiki” benliğimi bulmanın kutsal yolunda yalpalayarak da olsa yürümeye, kâh uçurum diplerinde kendi parçalarımın bir kısmını toplamaya çalışarak. dilimde kendimi bulmayı umarak. kendi gölgemle ve onun gölgesiyle saklambaç oynayarak.

dışarıdaki dünya, ya da le temps modernes ile le temps postmodernes’in tuhaf bir şekilde içiçe geçtiği siber dünya… farketmez. orada, burada, belki de olmanın değil, sadece görünmenin işlev taşıdığı kıyamet alâmeti zamanlarda.

(başı sonu belirsiz, alelacayip bir hasbıhal denemesiydi. sürç-i lisanım affola.)

VAKUMLU ŞİİR

Aralık 29, 2011

külüm için biriktirdim dünyanın onca ateşini
ciğer delen soluğuyla kelimelerimin
sönmesin diye üfleyip durdum

yıkılmadan hayatın köprüsü içimin rüzgarıyla
geçmek istedim sarsak adım çabucak
hayat evcil bense yalnız bir kurttum

sızlıyor derimde günün yanıkları şimdi
savrulup gitmiş dört yana gecenin uyanıkları
birinin çığlığını ötekinin yankısında duydum

işte orada duruyor haşlanmış kurbağalar
masalın çıkış kapısında olandan habersiz öküz
ah kitap okurken içi geçen çocuklara uydum

alfabem için biriktirdim ıslanmış harfleri
elif kederden nun neşeden bir başkası utançtan
parmak uçlarımın harlı sobasında tek tek kuruttum

cıva buharına dönüştüm kısa bahardan kışa
arka bahçelerini aydınlattım anlaşılmazlığın
sonra bir kil oldum bir su bir kum

yıkık surlar kök–hüzne boyar büyük resmi
boşluğun azalışı yarım kalır kırılmış çekiçle
bak sen öyle bir anda usulca gözünü yum

çıkıp gelmişliğe yordum hayrı bunca zaman
daradan düşün beni, araf’a atın beni
veyl! o güzelim hiçliği böyle niçin yordum

soruyorum sana ey tatlı ve haklı ölüm
gözlerime kandil olmuşken nedir bu şimdi
etrafını ışıtmaktan aciz titrek mum

isterdim akıl terketsin beni su koysun gönül
bir dünyaya bir ben ne kadar çoksa o kadar çok
büyümeyi kurdum

(*) müzik: jan garbarek, anouar brahem, shaukat hussain, “sebika”, madar.

AYNALI Y’AZICIK

Kasım 28, 2011
videoya buyurun!
ayna ayna söyle bana, kaç dünya var böyle? bir dış dünya, bir iç dünya, bir sendeki dış dünya, bir sendeki iç dünya. dünya içindeki dünya dünyanın içinde midir ayna? ya ben hanginizdeyim? hanginizin arasında? hangi arada, hangi derede? ayna ayna söyle bana, ben bir yazı mı yazmalıyım? suya mı yazmalıyım, senin sırına mı? senin sırının sırrı nedir ayna? benim sırrımın sırı niye dökülmüş?

ayna ayna söyle bana, ben bir hayal miyim düş müyüm? sen mi bana bakıyorsun, ben mi sana ayna?

(*) aynalı y’azıcıkla alâkasız müzik: fleetwood mac, “songbird”, rumours. aşk ne menem bişeydir ki üstüne şarkılar söylenir, romanlar yazılır, filmler çekilir bıkmadan usanmadan. olup olacağı bir tür “sublimation”dır oysa işte.

(**) wp  para istiyor anladığım kadarıyla artık, video falan yüklemek için. vay anasını sayın seyirciler!

YESTERDAY WHEN I WAS…

Eylül 16, 2011

bugün 18 eylül 2011, pazar. demirbank iyi günler diler.

rahmetli demirbank’ın sabahları iyi günler dilediği günler çoktan geride kaldı. günler geçer, insan eskir. ya şarap olur, ya sirke. şarabın da bir yeri var, sirkenin de elbet. ama sonuçta üzüm üzüm olmaktan çıkar, gün gelir omcalar çürür, bağlar tarumar olur.

babamın öldüğü yaşta değilim. ohooo, o yaşta olmayacağım da –biliyorum. teoman’ın şarkısını severim. her doğumgünümde dinletirim kendime, çam sakızı çoban armağanı olarak. her dinleyişimde de itiraz ederim böyle işte: babamın öldüğü yaşta değilim, olmayacağım da. ve o demirbaş armağana başka başka hediyeler eşlik eder her seferinde ve bu hediyeler kelimelerden oluşur hep. oluşturdukları metnin yüzü bilgece bir sadeliğin zenginliğiyle ışıldayan kelimeler. çatısı özenle çatılmış, örgüsü titizlikle kotarılmış metinler. çoğun da şiir. edebiyatın zarif kızkardeşi.

peki muhasebe?

bazen acı veriyorsa da evet. ama hep öyle dibine kadar değil. kâr-zarar cetveliymiş, bilançoymuş, dönemsonu hesaplarıymış, zaten hem pek anlamam, hem de soğuk ve sıkıcı şeyler onlar. neydim ne oldum, hepsi bu.

şunca yılın hesabını kendime verdiğimde sonuç pek içaçıcı değil açıkçası. veresiye duygular, müflis tüccar.

olsun. ticaretten hiçbir zaman anlamadım zaten. açıkgözlük, cingözlük bana göre değildi. iliğime kadar sömürüldüm çoğu zaman, gıkım çıkmadı değil, ama kendime öttü borum, içimi yedim bitirdim. insan görmeye tahammülüm kalmadığı çok anlarım oldu, insan olduğumdan utandırıldığım çok anlar. yazık, “insan” dediğimiz yaratığa oldu olan, beni kaybetti, en içten dostu olabilecek olan beni. ha “sen nesin, insan değil misin” diye soracaksınız, sorun, en doğal hakkınız. elcevap: insanım, evet. evet ve ne yazık ki. zaaflarımın sürüsüne bereket. günahlarımın, suçluluk duygularımın, kaçaklıklarımın, uzaklaşmalarımın, geriye çekilmelerimin, hatalarımın, yanılgılarımın, bile bile lâdeslerimin. acı yenilgilerimin, pyrrhus zaferlerimin, karşılıklı batışlarımın, göz göre göre sıçıp batırışlarımın.

olsun. yaşamak zorundaydım. “tarihte ne olduysa öyle olması gerektiği, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur.” karl marx amca duymasın bu lafını kendi minör serüvenimin, dandik hayatımın tasvirine dahil ettiğimi, lâkin yalan mı yani.

neyse, bugün değilse bile, yarın da değilse bile, pazar günü için, çocukluğumun ve ilkgençliğimin kendi gitmiş vahı kalmış demirbank’ı alabilir sazı eline: bugün 18 eylül 2011, pazar. demirbank iyi günler diler.

ben de dilerim. kendime bu sefer hediye olarak çok sevdiğim bir müzisyenin çok sevdiğim bir şarkısını, bir de aziz üstadımız, sevgili hocamız behçet necatigil’in bir şiirini veririm hem:

dışarıyı dinleme, içerdeyim
kımıldayan perdenin şimdi az berisinde.
insan kimi geceler niçin uğrar dışarı?
bir gerçeğin içinde kendini dinlediyse.

yaşlanmak, o her şeyin biraz biraz yettiği
anılar yerini tutuyor.
ben bu oyunu küçükken de görmüştüm:
çoklarını kovalıyor, birini tutuyor.

yaşlanmak, bir korkunun hep uzağa ittiği – –
içerdeyim.
yangın duvarlarının yıkıldığı geceler
ama nasıl geleyim?

insan kimi gemileri ne de çabuk unutuyor
binmiştik sözde,
bir çocukluk yatıyor
battığı yerde.

sağım solum doldu. zil çaldı. bu kaçıncı?
bir telâştı geçti, oturdu hepsi.

(*) pazarları internete girmiyorum. yarın da işim çok, belki giremem diye iki gün öncesinden yazdım bu yazıyı işte. nasılsa eskisi gibi dutluk değil buralar, neredeyse hiçbiriniz gelmiyorsunuz artık, ne farkeder ki!
(**) şiir: behçet necatigil, “sevgilerde”, can yayınları, 2009, s.197.
(***) müzik: charles aznavour, “yesterday when i was young”, greatest golden hits.